18 Ekim 2023 Çarşamba

Kendini Arayan İnsan

 






Rollo May - Kendini Arayan İnsan

Çeviri: Kerem Işık

Yayıncı: Okuyan Us

18. Baskı - İstanbul/ Kasım 2019

 267 sayfa

 

s. 17

Günümüz insanının en büyük içsel sorunları nelerdir? Savaş tehdidi, askere alınma,  ekonomik belirsizlik gibi insanları rahatsız eden dışsal durumları eşeli dediğimizde ne gibi çatışmalarla karşılaşırız? Şimdiye dek hep olageldiği gibi, içinde bulunduğumuz çağda da insanlar psikolojik bozuklukları mutsuzluk, evlilik yahut meslek seçimi konusundaki kararsızlıklar, hayata dair genel bir umutsuzluk ve anlamsızlık hissi gibi çeşitli belirtilerle tanımlamaktadırlar.  Peki, ama bu belirtilerin altında yatan şey nedir?

Yirminci yüzyılın başlangıcında, bu tür sorunların en yaygın nedeni Sigmund Freud tarafından çok iyi bir şekilde tanımlanmıştı: kişinin hayatın içgüdüsel, cinsel boyutuyla bunların sonucunda ortaya çıkan cinsel dürtüler ve sosyal tabular arasındaki çatışmaları kabullenme güçlüğü. Daha sonra, 1920’li yıllarda Otto Rank insanların o dönemde yaşadığı psikolojik sorunların kökeninde aşağılık, yetersizlik ve suçluluk duyguları olduğunu yazdı. 1930’lu yıllardaysa psikolojik çatışmanın odağı bir kez daha kaydı: o dönemdeki ortak payda, Karen Horney’nin de belirttiği gibi,  genellikle kimin kimi geçtiğine dair hislere bağlı rekabet duygusunun bireyler ve gruplar arasında yarattığı düşmanlıktı. Peki, içinde bulunduğumuz yirminci yüzyılın ortasındaki kök sebepler neler?

s.18

İçi Boş İnsanlar

Klinik çalışmalarımın yanı sıra psikoloji ve psikiyatri alanındaki meslektaşlarımın deneyimlerine dayanarak yirminci yüzyılın ortasında insanların en büyük sorununun boşluk duygusu olduğunu belirtmem size şaşırtıcı gelebilir. Bunu söylerken insanların yalnızca ne istediklerini bilmemelerini değil, ne hissettiklerine dair de hiçbir fikirleri olmayışlarını kastediyorum. Özerklikten bahsettiklerinde yahut karar verememekten yakındıklarında –her çağda var olan –tüm bu sorunların altında kendi arzu yahut istekleriyle ilgili kesin görüşlere sahip olmayışlarının yattığı görülüyor. Böylelikle anlamsızlık ve boşluk gibi acı verici duygularla sağa sola yalpalayıp durdukları hissine kapılıyorlar. Onların destek almaya sevk eden şey duygusal ilişkilerinin sürekli olarak ayrılıkla noktalanması, evlilik planlarını bir türlü gerçekleştiremedikleri yahut eşlerinin onları tatmin etmemesi gibi şikayetler olabilir ne var ki konuşmaya başladıktan sonra çok geçmeden ister gerçek isterse hayalini kurdukları eşlerinden aslında kendi içlerindeki bir eksikliği gidermesini yahut bir boşluğu doldurmasını bekledikleri ve bu gerçekleşmediği için endişeye ya da öfkeye kapıldıklarını açığa vuruyorlar.

s.21

Psikolojik destek almaya gelen insanların kendilerini içi boş ve anlamsız hissettikleri doğru olabilir, ama bunlar çoğunluk için geçerli sayılamayacak sinirsel sorunlar değil mi? Buna yanıt olarak elbette ki psikoterapist ve psikiyatristlerin muayenehanelerine gelen kişilerin nüfusun tamamını temsil eden bir kesit olmadığını belirtmeliyiz. Genelde bu kimseler toplum tarafından kabul gören alışılagelmiş bahane ve savunmaların işe yaramadığı kişilerdir. Sıklıkla da toplumun daha duyarlı ve yetenekleri bireyleridirler; desteğe ihtiyaç duyarlar çünkü içsel çatışmalarının üstünü geçici olarak örtebilen “uyum sağlamış” bireylere kıyasla rasyonel düşünme konusunda daha başarısızdırlar. 1890’lı yıllar ve içinde bulunduğumuz yüzyılın başında Freud’un daha sonra ayrıntılı bir şekilde aktaracağı cinsel semptomlarla kendisine başvuran hastaları Viktoryen kültürü temsil etmiyordu: onların etrafındaki çoğu insan dönemin alışılmış tabu ve mantığına uygun şekilde yaşamaya devam ederek tiksinti verici olduğuna inandıkları cinselliğin üzerinin mümkün olduğunca örtülmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın ardından 1920’li yıllarda bu cinsel sorunlar alenileşip bir tür salgın haline geldi. Dönemin Avrupa ve Amerika’sında yaşayan entelektüel kesimin neredeyse tamamı on yahut yirmi yıl öncesine kadar yalnızca az sayıda insanın mücadele ettiği cinsel arzularla sosyal tabular arasındaki çatışmayı hisseder oldu.  Freud hakkındaki düşünceleriniz ne kadar olumlu olursa olsun, bu gelişmeyi yalnızca onun yazdıklarına bağlamak toyluk olur; Freud bu durumu yalnızca öngördü.  Dolayısıyla toplumun psikolojik yüzeyinin altında yatan çatışma ve gerginlikler bağlamında kayda değer bir barometre işlevi görerek bunları ortaya çıkaran kesim aslında nispeten az sayıda insandan -içsel bütünlüğe erişme çabaları esnasında psikoterapik destek almaya karar verenlerden- oluşuyordu. Bu barometre ciddiye alınmalıdır, çünkü henüz ortaya çıkmamış fakat yakın zamanda toplumun geniş bir bölümünü etkileyebilecek bozukluk ve sorunların en iyi göstergelerinden biridir.

s. 22

Günümüzün tipik Amerikan karakteri, “dış yönelimli”. Göze çarpmak değil “uyum sağlamak” istiyor; kafasında başka insanların kendisinden neler beklediğini tekrarlayıp duran bir radarla dolaşıyor gibi(David Riesman- Yalnız Kalabalık).  Bu radar dürtü ve talimatları başkalarından alıyor; tıpkı kendini bir aynalar toplamı olarak tanımlayan adam gibi tepki verebiliyor ama seçim yapamıyor; kendine özgü etkin bir dürtüsü yok.

s.27

Bu boşluk duygusunun kökeni nedir? Sosyolojik ve bireysel olarak gözlemlediğimiz boşluk ya da hiçlik duygusu insanların sahiden boş oldukları veya duygusal bir gizilgüce sahip olmadıkları şeklinde yorumlanmamalıdır. Boşluk duygusu genellikle insanların, hayatlarına yahut içinde yaşadıkları dünyaya ilişkin etkili bir şey yapmaktan aciz olmalarını hissetmelerinden kaynaklanır. İçsel boşluk duygusu kişinin yılların birikimiyle hayatına yön verme, başka insanların ona olan davranışlarını değiştirme yahut içinde bulunduğu dünyayı etkileme gücünün olmadığına dair inancının bir sonucudur. Böylelikle günümüzde pek çok insan gibi derin bir çaresizlik ve anlamsızlık hissine kapılır. Ve istekleriyle hisleri gerçek anlamda bir fark yaratamayacağı için çok geçmeden istemek ve hissetmekten vazgeçer. Duyarsızlık ve hissizlik de endişeye karşı birer savunma yöntemidir. Kişi sürekli olarak üstesinden gelemeyeceği tehlikelerle yüzleştiğinde nihai savunması bu tehlikeleri hissetmekten kaçınmaktır.

s.31

Modern insanın yalnızlığının diğer yüzüyse yalnız kalmaktan duyduğu derin korkudur.

s.32

“Güncel kalma” baskısı; insanların başkalarıyla bir arada olduklarında aldıkları keyif ve hissettikleri samimiyet, edindikleri duygu, düşünce deneyim zenginliği gibi gerçekçi dürtülerden çok daha baskın çıkıyor.

Günümüzdeki fark yalnızlık korkusunun çok daha yoğun olması ve ona karşı geliştirilen savunmaların (oyalayıcılar, sosyal etkinlikler ve “beğenilme”) daha katı ve zorlayıcı olmalarıdır.

s.34

Yalnız kalma korkusunun temelinde kendimize dair farkındalığımızı yitirme endişesi vardır. İnsanlar uzun süre boyunca etraflarında konuşacak kimse yahut boşluğa ses çıkaran bir radyo olmadan yalnız kaldıklarında kendilerini “ boşlukta” hissetmekten, sınırlarını yitirmekten ve kendilerine yön vermelerini sağlayacak hiçbir şey bulamamaktan korkar.

Her insan kendi gerçekliğine dair hislerin çoğunu başkalarının kendisi hakkında söyledikleri yahut düşündüklerinden edinir. Fakat çoğu modern insanın gerçeklik duygusu konusunda başkalarına olan bağımlılıkları öyle bir noktaya varmıştır ki onlar olmadan var olma hissini yitireceklerini düşünürler.

s. 35

Kişinin uyum sağlama yöntemleri tehdit altına girdiğinde ve çevresinde başka insanlar olmadığında o kişi kendi içsel kaynaklarına ve içsel gücüne başvurmak zorundadır ve işte modern insanların geliştirmeyi es geçtikleri şey de budur. Bu yüzden yalnızlık çoğu insan için hayal mahsulü değil başlı başına gerçek bir tehdittir.

Sosyal kabul görmek, bir başka deyişle “beğenilmek”, yalnızlık hissini uzak tuttuğu için son derece güçlüdür. Kişi tanıdık bir sıcaklıkla çevrilidir; gruba uyum sağlamıştır. Psikanalizdeki sembollerin en uç noktası ana rahmine dönüşte olduğu gibi emişmiştir sanki. Yalnızlığını geçici bir süreliğine de olsa unutmuştur; fakat bunun bedeli başlı başına bir benlik olarak varlığından vazgeçmektir. Ve onu uzun vadede yalnızlıktan yapıcı bir şekilde kurtarabilecek tek şeyi, yani kendi içsel kaynaklarını, gücünü ve yönelim duygusunu geliştirerek başkalarıyla ilişkilerini bu temelin üzerine oturtmayı reddeder. Ne kadar “birbirlerine yaslansalar” da bu “doldurulmuş insanlar” önünde sonunda daha da yalnızlaşmaya mahkûmdurlar; ne de olsa içi boş insanlar sevmeyi öğrenmelerini sağlayacak bir temelden mahrumdurlar.

Modern insanın bir diğer özelliği olan endişe, boşluk ve yalnızlıktan çok daha temeldir. Bizi endişe adı verilen o tuhaf psikolojik acı ve karmaşaya yem yapmasa “içi boş” ve yalnız olmak bizi rahatsız etmezdi.

s.39

… endişenin aynı zamanda bir çatışmanın işareti olduğunu da kendimize hatırlatmakta fayda vardır ve çatışmalar sürdüğü müddetçe yapıcı bir çözüm her zaman olasıdır. 

s. 40

Korktuğumuzda bizi neyin tehdit ettiğini biliriz, içinde bulunduğumuz durum bizi harekete geçirir, algılarımız keskinleşir ve tehlikenin üstesinden gelmek için kaçmayı ya da başka uygun yöntemlere başvurmayı deneriz. Endişeye kapıldığımızdaysa yüzleştiğimiz tehlikeyi atlatabilmek için nasıl adımlar atmamız gerektiğini bilmeyiz. Endişe “yakalanma”, “şaşkına dönme” hissidir ve algılarımız keskinleşmek yerine daha bulanık ve belirsiz bir hal alır. 

s. 42

Şimdiki tehlikeler geleceğe dair kurgulardan daha az tehlikelidir (Shakespeare / Macbeth, Oyun 1, Sahne 3)

s. 45

… kendimize dair algımız güçlendikçe endişeye karşı durup onu alt etme olasılığımız da o denli artar. Endişe de tıpkı yüksek bir ateş gibi içsel bir mücadelenin sürdüğünün işaretidir. Nasıl ki ateşlenmek bedenin fiziksel güçlerini toplayarak enfeksiyona karşı bir mücadeleye giriştiğinin göstergesiyse, endişe de psikolojik ya da tinsel bir mücadelenin kanıtıdır.

Nevrotik endişe doğanın bize çözmemiz gereken bir sorunumuz olduğunu gösterme yöntemidir. Aynı şey normal endişe için de geçerlidir; bu da bizi içsel gücümüzü toplayıp karşılaştığımız tehditle savaşmaya zorlayan bir kalk borusudur.

s.60

… bir çok insan davranışlarının değerini davranışın kendisiyle değil de bu davranışın nasıl kabul gördüğüyle ölçüyor. Pasif olan alıcı kendisine yöneltilen şeyi başarılı yahut başarısız kılacak güce sahip. Dolayısıyla biz de hayatta birey olarak yaşayıp davranmaktansa oyuncu olma eğilimine kapılıyoruz.

s.91 - 92

Tıpkı hiç yürümediğinizde bacaklarınızın hamlaşması gibi, organizmalar da potansiyellerini tam olarak kullanamadıklarında hastalanırlar. Nevrozun özünde bu yatar; potansiyeller çevredeki (geçmiş yahut gelecekte) düşmanca koşullar ve içsel çatışmalar tarafından engellenip kullanılmadığında kişinin içine dönerek onu hasta eder. “Enerji sonsuz hazdır” demiştir William Blake; “Arzulayıp da eylemeyen hastalık üretir”.

Ancak insanoğlu potansiyellerini gerçeğe dönüştürebildiğinde mirasçısı olduğu en derin neşeyi yaşar. 

s.94

… kişi kendisini fazla önemsememelidir ve cesur bir alçakgönüllülük gerçekçi ve olgun bir kişiliğin işaretidir. Ancak durumu şişinmek ve ukalalık derecesine getirerek kendini gereğinden fazla önemsemesi kişinin benliğine dair daha geniş bir farkındalığa sahip olması yahut özsaygısının yüksekliğine işaret değildir. Hatta durum tam tersidir. Şişinmek ve ukalalık genellikle içsel bir boşluk ve kişinin kendinden şüphe ettiğinin belirtisidir; endişe hissinin üzerini örtmek için en sık başvurulan yöntem gurur gösterisi yapmaktır. Kendini güçsüz hisseden kimse zorbalaşır, daha da güçsüz olanlarsa kabadayılaşır; el kol oynaması, çok konuşma, ukalalık yapma ve işi yüzsüzlüğe vurma eğilimi bir kişi yahut gruptaki gizil endişenin başlıca belirtilerindendir. Kasıla kasıla yürüyen Mussolini ve psikopatik Hitler’in resimlerini gören herkesin bildiği üzere faşizmde muazzam bir kibir söz konusudur; ancak faşizm boş, endişeli ve çaresiz olduğundan megalomanca vaatlere sıkı sıkıya sarılan insanlarda ortaya çıkar.

s.95 – 96 - 97

Kendilerine dair değer hislerini neredeyse tamamen yitirmek üzere olan kimseler genellikle kendi kendilerini suçlama eğilimindedirler, zira değersizlik ve aşağılanma duygularının yarattığı keskin acıyı bastırmanın en kolay yolu budur. Sanki kişi kendi kendine şöyle der: “Suçlanmaya bu denli değdiğime göre önemli olmalıyım” ya da “ Bakın ne kadar yüceyim: son derece yüksek olan ideallerime ulaşamadığımda kendimden utanıyorum.” Bir psikanalistin açıkça ifade ettiği üzere, psikanaliz esnasında kişi önemsiz günahlar için kendini durmaksızın payladığında, “Kim olduğunu sanıyorsun?” diye sormak istiyormuş. Kendi kendini suçlayan kişi çoğu zaman Tanrı’nın onu cezalandırmakla uğraşmasını gerektirecek kadar önemli biri olduğunu göstermeye çalışmaktadır.

Dolayısıyla kişinin kendi kendine yönelttiği suçlamaların çoğu küstahlıklarının üstünü örtmeye yarar. Kendi kendilerini suçlayarak kibirlerini alt ettiklerini belirten kimseler Spinoza’nın şu sözleri üzerinde düşünmelidir: “Gururlu (kibirli) bir insan olmaya en çok yaklaşanlar kendilerinden tiksinenlerdir.” Antik çağlarda işçi sınıfının oylarını alabilmek için üzerinde koca koca delikler olan bir paltoyla ortalarda gezen bir politikacı gören Sokrates onun ikiyüzlülüğünü şu sözleriyle açığa vurmuştur: “Paltondaki deliklerden kibrin görünüyor.”

 Günümüzde bu kendi kendini suçlama mekanizması özellikle psikolojik depresyon vakalarında gözlemlenebilir. Ebeveynleri tarafından sevilmediğini hisseden çocuk kendi kendine şöyle diyebilir: “ Eğer farklı olsaydım, kötü bir çocuk olmasaydım beni severlerdi.” Bu sayede sevilmemenin dehşetiyle yüzleşmekten kaçınmış olur. Aynı şey yetişkinler için de geçerlidir: kendi kendilerini suçlayabildikleri müddetçe yalnızlıklarının yahut hissettikleri boşluk duygusunun sebep olduğu acıyı çekmek zorunda kalmazlar ve böylelikle sevilmedikleri gerçeği birer birey olarak değerlerine gölge düşürmez. Ne de olsa hep şunu tekrarlayabilirler: “ Şöyle bir kötü huyum ya da alışkanlığım olmasaydı sevilirdim.”

İçi boş insanların yaşadığı çağımızda kendi kendini suçlamaya verilen önem hasta bir atı kamçılamaktan farksızdır: geçici bir hareketlenme sağlasa da önünde sonunda kişinin saygınlığının nihai çöküşünü hızlandırır. Özsaygının yerini kendi kendini suçlamanın alması bireye kendi yalnızlık, değersizlik sorunlarıyla açık, dürüst bir şekilde yüzleşmekten kaçınmak için bir yöntem sunar ve içinde bulunduğu durumla gerçekçi bir şekilde yüzleşip elinden geleni yaparak yapıcı bir uğraş vermek isteyen kişinin dürüst tevazuu yerine yalancı bir mütevazılık hali yaratır. Ayrıca kendi kendini suçlama tercihi kişinin kendinden nefret etmesini makulleştirerek zaten var olan bu eğilimi güçlendirir. Ve kişinin başkalarına karşı takınacağı tavırlar genellikle kendine karşı takındığı tavırlarla paralellik gösterdiğinden, başkalarından nefret etmeye karşı içinde barındırdığı gizli eğilim de makulleşerek güçlenmiş olur. Kendini değersiz hissetmekle kendinden ve başkalarından nefret etmeye uzanan yol fazla uzun değildir.

s.97

Kendini aşağılamanın öğretildiği çevrelerde kişi kendi varlığına dahi katlanamazken neden başkalarını kendisiyle olmaya zorlayacak kadar küstah ve düşüncesiz olması gerektiğine dair bir açıklama elbette ki asla getirilmez. Bunun da ötesinde, kendi “ben”imizden nefret edip nefret dolu benliğimize rağmen başkalarının bizi seveceğini umarak onları sevmemizi salık veren ya da kendimizden nefret ettikçe boş bulunup bu aşağılık “ben”i yaratma hatasına düşen Tanrı’yı daha çok seveceğimizi ifade eden öğretideki bariz çelişkiler hiçbir zaman tam olarak açıklanmaz.

s.100

… kendini sürekli “gözlemlemek”, kendini bir nesne gibi algılamak kendine yabancılaşmaktır.

s. 102

Birkaç yüzyıldır süregeldiği haliyle bedenin modern çağdaki sanayileşmeye hizmet eden cansız bir makineye indirgenmesi sonucunda insanlar bedenlerine kulak vermemekle gurur duymaktadırlar. Onu sanki benzini bitene dek sürülebilecek bir kamyon gibi suiistimal edebilecekleri bir nesne olarak görürler. 

s.113

Özfarkındalığa verdiğimiz önem kesinlikle canlı, bütünleşik bir benliğin ifadesini içermekte ama aynı zamanda eylemciliğin -bir başka deyişle özfarkındalıktan kaçıyormuş gibi yapmanın- taban tabana zıttı. Canlılık çoğu zaman harekete geçmeme, yaratıcı bir tembellik kapasitesi anlamına gelir ki bu durum birçok modern insan için bir şeyler yapmaktan daha güçtür. “Tembellik etmek” diye isabetli bir şekilde yazar Robert Louis Stevenson: “Güçlü bir kişisel kimlik gerektirir.” Bizim önerdiğimiz şekliyle özfarkındalık büyük resme daha sakin canlılık hallerini -örneğin Batı dünyasının maalesef kaybettiği tefekkür ve meditasyon sanatlarını- geri getirir. Yalnızca bir şeyler yapmaktan ziyade bir şey olmaya yeni bir saygınlık kazandırır. Benliğimizle bu tür bir ilişki kurabildiğimizde -çok çabalayan ve üreten- modern çağ insanı için çalışmak, kendimizden kaçma ya da değerimizi kanıtlama mücadelesi olmaktan çıkarak, hem kendi dünyasıyla hem de insanlığın geri kalanının dünyasıyla ilişkisini bilinçli bir şekilde onaylamış kişinin spontane güçlerinin yaratıcı bir ifadesi olacak.

s.117

Psikolojik Göbek Bağını Kesmek

Doğumuyla birlikte göbek bağı kesilen bebek fiziksel bir birey halini alır bir gül ancak zaman içinde psikolojik göbek bağı kesilmediği takdirde ebeveynlerinin bahçesinden çıkamayan bir bebek olarak kalır. İpinin izin verdiğinden daha uzağa gidemez. Gelişimi engellenmiştir ve teslim edilen büyüme özgürlüğü içten içe dargınlık ve öfkeye dönüşür. Bunlar, iplerinin izin verdiği mesafelerde son derece rahat bir şekilde yaşarken evlilikle yüzleştiklerinde ya da işe gittiklerinde veya önünde sonunda ölümle yüzleştiklerinde altüst olan insanlardır. Yaşadıkları her krizde mecazen ya da kelimenin gerçek anlamıyla “annelerine dönme” eğilimindedirler.

s. 124

Freud, çatışmanın babayla oğul arasında olmasının,  babanın oğlunu sürmeye, gücünü elinden almaya, “iğdiş etmeye” çalışmasının ve oğlunun da tıpkı Ödip gibi kendi var olma hakkını kazanmak için babasını öldürmek zorunda kalmasının evrensel düzeyde bir gerçeklik olduğuna inanmıştır. Ancak artık ödip “kompleksinin” evrensel olmayıp kültürel ve tarihsel etmenlere bağlı olduğunu biliyoruz. Freud “Alman baba” toplumunda yetişmişti. Yirminci yüzyılın ortasına geldiğimiz bu dönemde ülkemizde baskın figürün baba yerine anne olduğu, yirmi ila elli yaş arasında en büyük sorunların anneyle olan ilişkide yaşandığı ve Orestes mitinin birçok insanın deneyimlerini çok benzer şekilde karşılayabildiği yönünde fazlasıyla kanıt bulunmakta. Bunları yalnızca psikoterapi seansları esnasında profesyonel anlamda birlikte çalıştığım kişilerin derinlerde yatan duygularıyla rüyalarını temel alarak değil, aynı zamanda görüştüğüm diğer terapistlerin deneyimlerini de göz önünde bulundurarak ifade ediyorum.

  s.145

Bir tavır yahut yahut duyguyu bastırdığımızda yüzeysel olarak bu duyguya zıt bir şekilde davranıp zıt bir tavır takındığımız artık bilinen bir psikolojik eğilim. Örneğin kendinizi hoşlanmadığınız birine karşı aşırı kibar davranırken bulabilirsiniz. Eğer genel anlamda endişeden uzaksanız böyle bir aşırı kibarlığa kapıldığınızda, Aziz Paul’den alıntılamak gerekirse, kendi kendinize şöyle diyebilirsiniz: “Düşmanıma iyi davranıyorum ki kafasına kızgın kömür boşaltabileyim!” Ama zorlu bir gelişim süreci geçiren daha az güvenli biriyseniz bu nefret ettiğiniz insanı aslında sevdiğinize dair kendinizi ikna etmeye kalkışabilirsiniz. Baskın bir anne, baba ya da bir başka otorite figürüne aşırı bağımlı olan kimsenin nefretini gizlemek için onu seviyormuş gibi yapması sık rastlanan bir durumdur.

s. 146

Bunun da ötesinde,  nefret ve kırgınlığımızla açık bir şekilde yüzleşmediğimizde er ya da geç kendi kendine acıma duygusuna dönüşürler ki bu durumun kimseye faydası yoktur. Kendi kendine acıma nefret ve kırgınlığın “korunmuş” halidir. Kişi böylelikle nefretini “besleyip” kendi kendine acıyarak, ne kadar zorlu bir hayat sürdüğünü yahut ne denli acı çektiğini düşünerek -ve bunu değiştirmek için hiçbir şey yapmayarak- psikolojik dengesini sağlayabilir.

s.153

Özgürlük, insanın kendi gelişiminde rol oynamasıdır. Kendi kendimize şekil verme kapasitemizdir.

s.156-s.157

İnsanoğlu hayatını incelemenin verdiği güçle kendisini çevreleyen olayların ötesine geçebilir. Tüberküloz hastası, Romalı filozof Epiktetus gibi senin kentlerinde geliyor bir köle yahut idama mahkûm edilmiş bir tutuklu da özgür olsa bu gerçeklerle kuracağı ilişkiyi seçme özgürlüğüne sahiptir. Ve ölüm gibi acımasız bir gerçekle nasıl bir ilişki kurduğu kendisi için ölüm gerçeğinden daha önemli olabilir. Özgürlük en iyi şekilde Sokrates’in ödün vermektense baldıran otunu içmeyi yeğlemesi gibi çarpıcı örneklerle ifade edilebilir; ama aslında içinde yaşadığımız toplum gibi kendini kaybetmiş bir toplumda psikolojik ve tinsel bütünlüğe ulaşmaya çabalayan insanın gündelik özgürlük adına verdiği çaba çok daha çarpıcıdır.

Dolayısıyla özgürlük yalnızca belirli bir karara “evet ya da “hayır” demek değildir: kendimizi şekillendirip yaratma gücüdür. Nietzsche’nin deyişiyle özgürlük, “asıl olduğumuz şeye dönüşme” kapasitesidir.

s.160

Özgürlük kendi kendini ortaya çıkmaz; elde edilir. Ve tek bir hamleyle elde edilemez; her gün yeni baştan kazanılmalıdır.

s.164 – s.165

Kişi bilinçli olarak yaşamayı seçtiğinde öncelikle kendi kendine olan sorumluluğu yeni bir anlam kazanabilir. Hayatına karşı sorumluluğunu taşıması gereken bir yük olarak görmeye başlayabilir. Ne de olsa artık bu kişi kendi verdiği bir karar sayesinde hayatına devam edebilir.

Gerçekleşen diğer şeyse dışarıdan gelen disiplinin artık öz disiplin halini almasıdır. Disiplini dayatıldığı için değil (zira kendi hayatına son verme özgürlüğüne sahip birine kim herhangi bir şey dayatabilir ki!) hayatına dair ne yapmak istediğini daha özgür seçebildiği ve ulaşmak istediği değerler uğruna disiplinin gerekliliğini gördüğü için kabul eder. Bu özdisipline süslü püslü isimler verilebilir. Nietzsche buna “kaderini sevmek” derken, Spinoza hayatın kanunlarına itaatten bahsediyordu. Ancak süslü terimlerele bezenmiş olsun olmasın, buna olgunluğa ulaşma çabası veren herkesin er ya da geç aldığı bir ders olduğuna inanıyorum.

s.168

…ne istediğini bilmek basitçe olgunlaşan insanın kendi değerlerini seçebilme becerisini temeldeki karşılığıdır. Kişinin olgunluğunun hayatının kendi seçtiği amaçların etraflarına kurmasıyla belirlenir: ne istediğini biliyordur.

s. 169

… kuşkuculuk ve şüphenin her düşünceye eşlik ettiği geçiş çağlarında bireyin işi daima zordur.

s.192

Dinin nevrotik kullanımlarının bir ortak noktası vardır: bireyin yalnızlığı ve endişesiyle yüzleşmek zorunda olmamasını sağlayan birer araçtırlar. Auden’in deyişiyle Tanrı “kozmik bir baba” halini alır.

s.195

Bu tartışmanın sonucunda ulaşılan netice dinin, kişiyi kendi onuru ve değeri bağlamında güçlendirdiği, hayattaki değerlerini olumlaması için ona güven duygusu verdiği ve kendi etik farkındalığı, özgürlüğü ve kişisel sorumluluğunu kullanıp geliştirmesine yardımcı olduğu müddetçe yapıcı bir kavram olduğudur. Böylelikle dinsel inanç yahut dua gibi uygulamalar kendi başlarına “iyi” ya da “kötü” olarak nitelendirilemezler. Burada asıl irdelenmesi gereken soru bu inanç yahut uygulamaların kişiyi kendi özgürlüğünden ve “birey” olmaktan ne kadar uzaklaştırdığı yahut kendi sorumluluklarıyla etik gücünü kullanması yönünde ne denli güçlendirdiğidir.

s.197

Dolayısıyla ister “entelektüel” yahut “sofistike” kişiler olalım ya da basitçe çivisi çıkmış bir çağda yönünü belirlemeye çabalayan zihni açık bireyler olalım kendimize şu soruyu yöneltmek önemlidir: Kişi, özgürlük ve kişisel sorumluluklarından feragat etmeden kalıtsal gelenekleriyle arasında nasıl bir ilişki kurabilir?

Başlangıç ilkesi açıktır: kişinin kendine dair özfarkındalığı arttıkça, atalarının bilgeliğini de o ölçüde kendisinin kılabilir. Geleneğin gücü altında ezilen onun varlığına dayanamayan ve dolayısıyla ya ona uymaya, ya da kendilerini ondan koparıp ona isyan etmeye çalışanlar kendi kişisel kimlikleri zayıf olan kimselerdir. 

 s.198

… kişi tarihsel geleneklerindeki deneyim ve biriktirilmiş bilgiyle yüzleşebildiği derinlik ölçüsünde kendini tanır ve kendisi olabilir.

s.199

Tanrı’yı diğer varlıkların üzerinde bir varlık olarak cennet denen yere yerleştirmek çelişkilerle dolu, çağdışı bir bakış açısıdır ve aksi kolaylıkla ispat edilebilir. Paul Tillich, yakın zamanda yayımladığı ve akademisyenlerin daha şimdiden yirminci yüzyılın en önemli teolojik çalışması olarak nitelendirdiği kitabında Tanrı’nın varlığını savunmaya çalışmanın da buna karşı çıkmak kadar ateizmi kapsadığını ifade etmektedir. “Tanrı’nın varlığını onaylamak da en az inkâr etmek kadar da ateistik bir davranıştır. Tanri bir varlık değil, varlığın kendisidir.”

s.200

Kişi etik ve dinsel geleneklerden gelen atalarınının bilgeliğiyle yaratıcı bir şekilde bağdaşabildiğinde hayret etme (wonder: hayranlık , merak) kapasitesini yeniden keşfeder. Modern toplumda aktif, duyarlı bir hayret etme yetisinin büyük ölçüde eksik olduğu açıktır. Bu da içinde yaşadığımız dönemde çoğu insanın hissettiği boşluk duygusunun bir sonucudur.

s.201

Hayranlık/ hayret, kişinin hayatta en fazla anlam atfedip değer verdiği şeyin bir getirisidir. Her ne kadar zaman zaman trajik bir dramı takip etse de aslında olumsuz bir deneyim değildir; zira temelinde hayatın genişlemesidir ve hayranlığa eşlik eden genel duygu neşedir. “İnsanın ulaşabileceği en yüksek mertebe hayranlıktır.” der Goethe; “ve eğer temel olaylar onda hayranlık uyandırıyorsa bırakın bununla yetinsin, çünkü bundan fazlasını alamayacaktır…”

Hayranlık/ hayret aynı zamanda alçakgönüllülükle dirsek temasındadır. Burada kastedilen şey genellikle kibrin zıttı olan ve itaat etmeden gelen yalancı alçakgönüllülük değil de kendi yaratıcı çabalarıyla bir şeyler verebildiği gibi “verileni” de kabul edilebilen zihni zengin kişilerin alçakgönüllülüğüdür. Tam da bu noktada, çoğu insan için anlamını yitirmiş “Tanrı’nın zarafeti” ifadesiyle özdeşleşmiş olan “ zarafet” kelimesinin zengin anlamları ortaya çıkmakta. Kuşların zarif uçuşlarından bir çocuğun hareketlerinde zarafetten, cömert bir kimsenin zarifliğinden bahsedilebilir. Zarafet “ bahşedilen” bir şey, ortaya çıkan yeni bir uyum halidir ve her zaman insanın “kalbini hayranlıkla doldurur.”

s. 214

Kendi Olma Cesareti

Cesaret, kişi özgürlüğe eriştikçe ortaya çıkan endişeyle yüzleşebilme kapasitesidir. Kurt Goldstein’ın deyişiyle “ Son tahlilde cesaret kişinin kendi doğasını hayata geçirebilmesi için aşılması gereken var oluş şoklarına verilen etkili bir yanıttan başka bir şey değildir.”

Cesaretin zıddı korkaklıktan ziyade cesaret eksikliğidir. Herhangi bir kişiyi korkak olarak nitelendirmek onun tembel olduğunu söylemekten daha fazla anlam taşımaz: bize basit bir şekilde önemli bir potansiyelin ortaya çıkarılamadığını ya da bloke edildiğini gösterir. Yaşadığımız çağın sorununu anlamaya çabalarken cesaretin karşıtı robotsu uymacılıktır.

s. 215

İnsanların cesaretten yoksun olmalarının nedeni yalnız kalmak ya da “sosyal tecride”, yani alaylara, kahkahalara veya dışlanmaya maruz bırakılmaktır. Ve bu şekilde dışlanmak küçümsenecek bir tehdit değildir. Doktor Walter Cannon, “ voodoo ölüm” üzerine yürüttüğü çalışmada ilkel insanların topluluklarından psikolojik anlamda dışlanmaları sonucunda ölebileceklerini göstermiştir. Toplumsal olarak dışlanan ve kabile üyelerince yokmuş gibi davranılan insanların sonunda öldükleri durumlar gözlenmiştir. William James bize sosyal bir “kesilip atılmak” ifadesinde gerçeklik payının şiirsellikten fazla olduğunu hatırlatmıştır. Dolayısıyla insanların mensubu olduğu gruptan feragat etme pahasına kendi doğrularını savunmaktan ölesiye korkmaları Nevrotik imgelemenin bir oyunu değildir.

s. 219

İnsanın kalabalıktan – yahut sembolik olarak ana rahminden- sıyrılmasından kendi başına bir birey oluncaya tek attığı her adım cesaret gerektirir; sanki her adımda kendi doğumunun sancısını yeniden yaşar. Cesaret, ister ölümü göze alan askerinkini ister okula giden çocuğunki olsun, tanıdık ve güvenli olan bırakabilme gücü demektir. Cesaret yalnızca kişi zaman zaman kendi özgürlüğüne dair kararlar verirken değil, özgür ve sorumlu bir birey haline gelebilmek için benliğini inşa ederken verdiği tüm kararlarda da gereklidir.

s.220

… içsel özgürlüğü korumak ve içimizde yeni yerler keşfetmek üzere çıkılan yolculuğa devam etmek, dışsal özgürlük için muhalif bir duruş sergilemekten daha fazla cesaret gerektirir.

s.223 – s.224

… kendini beğenmişlik ve narsisizmi övülmek ve beğenilmek için duyulan kompulsif ihtiyaç olarak tanımlıyoruz: insanlar bu yüzden cesaretlerinden vazgeçiyorlar. Düzelmeyecek kendini beğenmiş ve narsisist insanın dışarıdan bakıldığında kendini aşırı derecede koruması ve herhangi bir risk almayıp bir korkak gibi davranmasının nedeni kendine fazla değer vermesidir. Aslında durum tam tersidir ihtiyaç duyduğu övgü ve yüceltmeye erişebilmek için bir meta olarak kendini korumak zorundadır, çünkü anne yahut babasının övgüleri olmadığında kendini değersiz hisseder. Cesaret kişinin haysiyetiyle öz güveninden kaynaklanır ve kendini küçük gören kimseler cesur değildir. Başkalarının sürekli olarak “çok iyi biri” ya da “çok zeki ve çok güzel” demesine ihtiyaç duyanlar kendilerini sevdikleri için değil, güzel yüz ya da zeki beyin ya da kibar davranışlar ebeveyn onayını almalarını sağladığı için böyle davranırlar. Bu da kişide kendi benliğine karşı bir küçümseme duygusu uyandırır: halkın gözünde yüceltilen çoğu yetenekli insan terapinin güvenli ortamında kendilerini üçkâğıtçı gibi hissettiklerini itiraf eder.

Kendini beğenmişlik ve narsisizm –yani övülmek ve beğenilmek için duyulan kompülsif ihtiyaç- kişinin cesaretini baltalar, zira bu durumda kişi mücadeleye kendisinin değil bir başkasının görüşü için devam eder. Japon filmi Rashomon’da dövüşmek kendi seçimleri olduğunda adam ve hırsız neredeyse kendilerini kaybederek dövüşürler. Oysa başka bir sahnede adamın eşi onlarla alay ettiğinde ve bu kez kadının onlardan beklentisini karşılayabilmek için dövüşmeye başladıklarında doğru dürüst çaba göstermezler: aynı vuruşları yaparlar fakat sanki görünmez bir ip onları kollarından çekiyordur.

… kişi bir gün eylemi başka birinin övgüsünü kazanmak için yaptığında, eylemin kendisi zayıflık ve değersizlik hislerinin canlı bir göstergesi halini alır: yoksa davranışlarımızın layığının verilmemesine gerek olmazdı. Bu durum çoğu zaman “korkaklık” hissi uyandırır ki bu da en acı aşağılamadan biridir: kendi yenilgine bilerek destek olmanın yarattığı aşağılama. Düşman güçlü olduğu için yenilmek, hatta savaşmayı reddederek yenilmek bu kadar kötü değildir; fakat korkakça davranarak kendi gücünü galip gelecek olan tarafa sattığını bilmek; işte en acısı kişinin kendi benliğinin bu ihanetidir.

s.225

İçinde bulunduğumuz konformizm çağında cesaretin ayırıcı özelliği kendi görüşlerinin arkasında durabilmektir. İnatla yahut küstahça (bunlar cesaretin değil savunuculuğun tanımlarıdır) yahut bir tür misilleme edasıyla değil de gerçekten inandığımız için.

s.226

En fazla cesaret gerektiren zorlu adımsa bizden beklentileri olan ve yanlarında kanun koyma hakkına sahip olduğumuz kişileri inkâr etmektir. Ve bu aynı zamanda en korkutucu adımdır. Kişinin ne kadar sınırlı ve kusurlu olduğunu bilmesine rağmen kendi standart ve yargılarına dair sorumluluğu kabullenmesi anlamına gelir.

s.228

Sevgi kelimesinden daha fazla anlamı karşılayan hiçbir kelime yoktur ve bu anlamların çoğu dürüst değildir, yani ilişkinin altında yatan gerçek nedenlerin üzerini örterler.

s.230 -231

Günümüzdeki sevgiye dair karmaşa öyle bir boyuta ulaştı ki sevginin tanımına ilişkin ortak bir kanıya dahi ulaşmak güç. Sevgiyi diğer kişinin varlığından keyif almak ve kendi değerimizle gelişim sürecimizi olduğu kadar onunkini de olumlamak şeklinde tanımlıyoruz. Dolayısıyla sevgiye dair daima iki etmen oluyor: öteki insanın değeri ve iyiliği ile ilişkideki kişinin kendi neşesi ve mutluluğu.

Sevme becerisi özfarkındalığı gerektirir, çünkü sevmek diğer insanla empati kurabilmek, onu takdir edip potansiyelini olumlamak demektir. Sevgi aynı zamanda özgürlük de gerektirir; sevgi özgürce verilmediğinde gerçek anlamda sevgi değildir.  bir kimseyi, başka birini sevme özgürlüğünüz olmadığı yahut söz konusu kişiyle doğuştan gelen tesadüfi bir kan bağınız olduğu için sevmek sevgi sayılamaz. Bunun da ötesinde, kişi birini söz konusu insan olmadan yapamayacağı için “seviyorsa” o sevgi isteyerek verilmiyordur; çünkü kişi böyle bir durumda sevmemeyi seçemez. Bu tür özgür olmayan bir “sevgi”nin ayırıcı özelliği ayrım yapmamasıdır: “sevilen” kişinin özelliklerini yahut varlığını bir başkasının gözünden ayırmaz. Böyle bir ilişkide sizi sevdiğini iddia eden kişi tarafından gerçek anlamda “görülmezsiniz”; hatta başka biri dahi olabilirsiniz. Böyle ilişkilerde ne seven ne de sevilen kişi birey gibi davranır; seven kişi özgür değildir, sevilen kişi ise yalnızca sımsıkı tutulacak bir nesne olarak önem taşır.

Toplumumuzda – içinde barındırdığı çeşit çeşit endişeli, yalnız ve boş insanıyla- sevgi kılığına bürünmüş çok farklı bağımlılık biçimleri vardır.

s.235

Gerçeği Görme Cesareti

Yepyeni bir dünyayı aydınlatan şimşeklerden farksız aforizmalarından birinde Nietzsche şöyle der: “Hata korkaklıktır!” Yani başka bir deyişle, gerçeği görmememizin nedeni yeterince kitap okumamış olmamız ya da yeterli akademik eğitime sahip olmamamız değil de yeterince cesur olmamamızdır.

 s. 256

…geleceğin değerini garantilemenin en etkili yolu şimdiki zamanla cesur ve yapıcı bir şekilde yüzleşmektir. 

s.260

… en derine inildiğinde hangi çağda yaşadığımızın bir önemi yoktur.

Temel soru, bireyin kendine ve yaşadığı döneme dair ayrımsamasıyla birlikte verdiği kararların nasıl özgür ve kendi içsel bütünlüğüne uygun bir hayat sürmesini sağladığıdır.

s.261

Önemli olan insanın yirmi, kırk ya da altmış yaşında olması değildir: Asıl önemli olan. Kişinin kendi gelişim düzeyindeki bilinçli karar verme kapasitesini tam anlamıyla kullanıp kullanamadığıdır.

Yirmi yaşındayken, “Yaşamaya asıl otuz beş yaşıma gelince başlayacağım.” diyen birinin bu ifadesi kırk ya da elli yaşındayken, “Gençliğim elden gittiği için doyasıya yaşayamıyorum” diyen birinin ifadesi kadar hatalıdır. Durum daha yakından incelendiğinde ilginç bir şekilde elli yaşında hayıflanarak kişinin aslında yirmi yaşında hayatı erteleyenle aynı kişi olduğunu görüyoruz ki bu durum temas etmeye çalıştığımız noktayı daha isabetli bir şekilde ortaya koymakta.

s. 262 – 263 - 264

İnsanoğlunun görevi ve yapabileceği şey başlangıçtaki durumundan, yani gerek bir fetüs olarak geçmişte kalan kendi varlığından gerekse sembolik olarak konformist, robotlaşmış bir toplumun kendi adına düşünmeyen ve özgür olmayan bir parçası olma durumundan uzaklaşmak, özfarkındalığın doğuşuyla, büyüme süreci, iyi bilinen bir ortamdan yabancı bir ortama geçerken ortaya çıkan sancılar, seçenekler ve ilerlemelerle kendi benliğine dair günbegün artan bir bilinç ve dolayısıyla her geçen gün genişleyen özgürlük ve sorumluluk duygusuyla ana rahminden, ya da ana rahminden yalnızca bir adım ötedeki ensest halkasından kurtularak özgürce seçilen sevgi ve yaratıcı çalışmayla gittikçe artan bir şekilde bütünleşmektir.  Bu yolculukta attığı her adımla zamanın otomatik akışının kölesi olmayı reddederek zamanı aşan, yani hayata dair kendi seçimi olan anlama göre yaşayacaktır. Dolayısıyla otuz yaşında cesur bir şekilde ölebilen (kendi hayatından vazgeçme zorunluluğuyla cesurca yüzleşebilmesini sağlayan bir özgürlük ve farklılaşma seviyesine ulaşabilmiş) kimse seksen yaşına gelip de ölüm döşeğinde hala gerçeklerden korunmak için yalvaran kimseden daha olgundur.

Bunun pratikte etkisi insanların hayatlarının her anını özgür, dürüst ve sorumlu bir şekilde yaşamayı amaç edinmeleri olabilir. Böylelikle kişi soluk aldığı her an yapabildiği ölçüde kendi doğasını ortaya çıkarıp evrimsel görevini gerçekleştirmeye çalışır. Dolayısıyla insan kendi doğasının özüne ulaşıp bunu açığa çıkarabilmenin mutluluk ve hazzını yaşar.

Özgürlük, sorumluluk, cesaret, sevgi ve içsel bütünlük asla kimse tarafından mükemmel bir şekilde hayata geçirilemeyen ideal özellikler olmalarının yanı sıra bütünlüğe uzanan yola çıkmamıza anlam katan psikolojik hedeflerdir… Sokrates, hayatı yaşamanın ideal yolundan ve ideal toplumdan bahsederken Glaucon araya girer: “Sokrates, dünya yüzeyinde anlattığına benzer bir ‘Tanrı Kenti’ olduğuna inanmıyorum.” Sokrates şöyle yanıt verir: “Böyle bir kent ister yalnızca cennette isterse de günün birinde dünyada var olacak olsun fark etmez;  diğer kentlerle işi olmayan bilge kişi bu kentin usullerine göre yaşar ve onu örnek alarak kendi hayatını düzene sokar.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Haset ve Şükran

  Melanie Klein - Haset ve Şükran Çeviri: Orhan Koçak - Yavuz Erten Yayıncı: Metis  7.  Basım - İstanbul 2021 99 sayfa s. 9 Klein'ın kur...