4 Haziran 2018 Pazartesi

FREUD'UN KİŞİLİK KURAMINA GENEL BİR BAKIŞ


Kişiliğin doğası üzerine yıllarca fikir yürütülmüş olsa da bilinen ilk kişilik kuramcısı ancak 1800’lü yılların sonlarına doğru ortaya çıkmıştır. O yıllarda Avusturyalı bir nörolog akıl almaz kavramlardan bahsetmeye başlamıştır. Küçük çocuklarda cinsel isteğin varlığı, anlaşılması zor fiziksel rahatsızlıkların bilinçaltı nedenleri, hastanın koltuğa uzanıp kendisini dinleyen doktora birbirinden kopuk bir sürü şeyden bahsettiği uzun süreli ve pahalı bir tedavi yöntemi gibi kavramlar o zamanlar ciddi tepki toplamıştı. Nörolog Sigmund Freud, yoğun eleştirilere rağmen görüşlerini geliştirmeye ve savunmaya devam etti. (Burger, 2017, s. 72)
Viyanalı bir nöroloğun insanoğlunun bütün düşünce tarzını etkileyen fikirlerini anlayabilmemiz için yaşam öyküsünde biraz daha detaylara ihtiyacımız var.
Freud 1885'te Jean Martin Charcot isimli kendisi gibi bir nörologla çalışmak için Paris'e gitti. Charcot, o sıralar yeni gelişmekte olan hipnozla deneyler yapıyor ve sıra dışı kabul edilen bazı fizyolojik rahatsızlıkların tedavisinde hipnoz kullanımı üzerine çalışıyordu. Freud, kısa bir süre sonra Viyana'ya döndü ve şehrin ileri gelen doktorlarından Joseph Breuer ile çalışmaya başladı. Charcot gibi Breuer de histeri hastalarını hipnozla tedavi etmek meselesiyle ilgileniyordu. O zamanlar pek çok doktor, histeriyi fiziksel bir hastalıkmış gibi tedavi etmeye çalışıyordu. Ancak Breuer ve Freud, histeriye farklı bir yorum getirdi. (Burger, 2017, s. 73)
Breuer’in hastalarından Anna O. takma adlı bir kadın üzerine yaptıkları tartışmalar, Freud'un kariyerinin dönüm noktası olmuştur. Breuer'e göre Anna O. sol kolunun felç olması, sanrılar görme, ana dili Almanca olmasına rağmen İngilizce konuşma gibi birkaç histeri belirtisi gösteriyordu. Anna O. hipnoz altındayken gündüz düşlerinden, sanrılarından ve geçmişte yaşadığı sarsıcı olaylardan bahsediyordu. Son hipnoz seansında, ölen babasıyla ilgili anılarını ve buna bağlı olarak siyah bir yılanla ilgili gördüğü sanrıları anlatmıştı. Bu seanstan sonra kolundaki felç iyileşmiş ve tekrar Almanca konuşmaya başlamıştı. 1895 yılında Freud ve Breuer, Anna O. vakasını anlattıkları ve histeri tedavisinde hipnozu nasıl kullandıklarını açıkladıkları Histeri Çalışmaları’nı yayımladılar. Freud, histeri hastaları üzerinde hipnoz kullanımına devam etti; ancak bu yöntemin sınırlılığı onu düş kırıklığına uğratmaya başlayınca alternatif yöntemler aramaya başladı. Daha sonra, hastalarının aklına gelenleri söylemelerine izin vermenin ne kadar önemli olduğunu fark etti. Hipnoz altında olmadan bile, uygun koşullar sağlandığında, hastaların histeri belirtilerinin nedenleriyle ilgili gizli kalmış bir şeyi açıkladıklarını ve böylece histerinin ortadan kalktığını keşfetti. Serbest çağrışım denen bu tekniğin ortaya çıkışı, Freud'un kuramının gelişiminde önemli bir adımdı. (Burger, 2017, s. 73)
Freud'un üzerinde çalıştığı ilk hastalarıyla ilgili yaptığı önemli bir keşif serbest çağrışım sırasında ortaya çıkan anıların genellikle çoğu çocukluk yıllarında yaşanmış sarsıcı cinsel deneyimler olmasıydı. (Burger, 2017, s. 73)
Freud zamanla, bu cinsel deneyimlerin, yetişkin hastalardaki histeri belirtilerinin ortaya çıkmasından sorumlu olduğu sonucuna vardı. Bu noktada Freud, artık bir psikolog olma yolunda ilerlemeye başlamıştı. Histeri hastalarıyla çalışmaya, gözlemlerini ve geliştirdiği kuramlarını yazmaya devam etti. Freud artık önemli psikolojik keşiflerin eşiğinde olduğunu düşünmeye başlamıştı. (Burger, 2017, s. 75)
Freud'un yazdıkları ilk başlarda çok fazla satmadı. Hatta çalışmaları akademik ve tıp topluluklarında ciddi bir muhalefetle karşılandı. Freud'un çocuklardaki cinsellikten, cinsel dürtülerden bahsetmesi, Viktorya zamanının değer yargılarına ters düşüyordu. Freud'un tedaviye yaklaşımı çok saygıdeğer doktor bunu saçma buluyordu. Buna rağmen Freud, çalışmalarına ve yazmaya devam etti. Kısa bir süre sonra da onunla çalışmak için Viyana'ya gelen bilim adamlarından oluşan bir ekip kurdu. Bu bilim adamları, liderlerinin Freud olduğu Viyana Psikanalitik Topluluğunu oluşturdu. Daha sonra bu topluluğun bazı üyeleri Freud'la görüş ayrılığına düştü ve kendi kişilik kuramlarını oluşturup kendi mesleki örgütlerini kurdular. Ancak kuramlarının temeli her zaman için Freud'un düşünceleri oldu. Yıllar içinde Freud'un kuramı gittikçe gelişen psikoloji alanında da kabul görmeye başladı. 1909'da Clark Üniversitesi'nde psikanaliz üzerine dersler vermek üzere ABD'ye davet edildi. Bu davet, Freud için çalışmalarının uluslararası alanda tanınmaya başladığının kanıtıydı. Ancak akademik psikologların psikanalize gösterdiği direnç, Freud'cu kuramı ders kitaplarından bir çeyrek yüzyıl daha uzak tuttu. Freud 1939'daki ölümüne kadar kuramını geliştirdi ve psikanaliz üzerine yazmaya devam etti. (Burger, 2017, s. 76)
Bu çalışmada, düşünce tarihinde geçtiğimiz yüzyılın dehaları arasında anılan Sigmund Freud'un kişilik kuramı olan “Psikodinamik Yaklaşım” üç bölümde incelenmeye çalışılmıştır. Birinci bölüm Freud’cu Kişilik Kuramının genel olarak ana temaları kabul edilen topografik model, yapısal model, libido ve thanatos, anksiyete(kaygı), savunma mekanizmaları ve psikoseksüel gelişim dönemlerine ayrılmıştır.
İkinci bölümde Freud'un kişilik kuramıyla ilgili 5 araştırma alanı incelenmiştir: rüya yorumu, rüyaların anlamı ve işlevi ile Freud'un bilinçaltıyla ilgilenmesine yol açan olguya, yani hipnoza, Freud'un serbest çağrışım, dil sürçmeleri ve mizah kuramına değinilmiştir.
Üçüncü bölümde Freud düşüncesinin güçlü yönleri, psikolojiye katkıları ve eleştirilerine yer verilmiştir.
Sonuç bölümünde bir değerlendirme ile çalışma neticelendirilmiştir.
1. Freud’cu Kişilik Kuramı
1.1.Topografik Model
“Duygularımızın, eylemlerimizin yalnız aydın düşünceler ve bilinçli güçlerce güdüldüğünü ya da belirlendiğini sananlar buzdağının su üstü kesimiyle hesap yapanlardan daha zekice davranmış olamazlardı. Hayatımız hep akıl elemanı içinde ve göz önünde serbestçe yüzerek geçmiyordu, hayat gemisi bilinçdışının palamarına sıkı sıkı bağlıydı.”
 (Zweig, 2003, s. 53)

1900’de Düşlerin Yorumu ile psikanalizde bölmesel kuram tanımlanmıştır. Psikanaliz daha önce başlamış olsa da Freud, bu kitap için “Psikanalizin yirminci yüzyılla birlikte doğduğu söylenebilir; çünkü dünyanın önüne, yeni bir şey olarak çıktığı yayın (Düşlerin Yorumu) 1900 tarihini taşır” demektedir. Bölmesel kuram kısaca zihinsel süreçlerin bilinç, bilinçöncesi ve bilinçdışı/bilinçaltı olarak adlandırılan üç farklı nitelikte olduğunu göstermektedir. (Taşkın, 2009, s. 22)
Bu ayrım daha çok topografik model olarak bilinir.
Bilinç, farkında olduğumuz düşüncelerimizi içerir. Bu düşünceler, kafamıza yeni düşünceler girdikçe değişir ve eskiler bilincimizden kaybolur. Bir şey için "aklımda" derken aslında aklınızın bilinçli kısmınızı kastedersiniz. Ancak, aklınızda tuttuğunuz bilgilerin çok az bir kısmı bilinçtedir. Eğer isterseniz, sayısız düşüncenizi bilinçli bölüme getirebilirsiniz. Örneğin, kahvaltıda ne yediniz? Üçüncü sınıftaki 'öğretmeniniz kimdi? Geçen cumartesi ne yaptınız? Bu geniş, ulaşılabilir bilgi haznesi, bilinç öncesini oluşturur. Pek çok kişi bilinç ve bilinç öncesindeki malzemenin zihnimizdeki düşüncelerin büyük bir bölümünü oluşturduğunu sanır. Ancak Freud, bunun buzdağının görünen ucu olduğunu söyler. Düşüncelerimizin büyük bir kısmı ve psikanalitik bakış açısına göre en önemli kısmı, bilinçaltında bulunur. Bu malzemelere her istediğimizde ulaşamayız. Freud'a göre, bazı olağan dışı koşullar hariç, bilinçaltı bilgiyi bilinç düzeyine getiremeyiz. Ancak, günlük davranışlarımızın çoğunun altında bilinçaltı malzeme yatar. Bilinçaltının, davranışlar, özellikle de anormal davranışlar üzerindeki etkisini anlamak, psikanalitik bakış açısını anlamanın da yoludur. (Burger, 2017, s. 77)
Bilinçaltı, kendisine özgü eğilimleri, özel ifade tarzı ve ruhsal mekanizmaları olan ruhsal bir alanı meydana getirir. Bu mekanizmalar faaliyetlerini yalnız burada gösterirler. “Bilinçaltı sistemini büyük bir bekleme odasına benzetiyoruz. Burada ruhsal eğilimler canlı varlıklar gibi beklerler. Bu odaya bitişik daha dar bir salon vardır. Bu salonda bilinç bulunur. Bekleme odasında bir nöbetçi bekler. Bu nöbetçi her ruhsal eğilimi muayeneden geçirir. Onu sansüre tâbi tutar. Hoşuna gitmediği takdirde onun salona girmesine izin vermez. Bilinçaltına ait bekleme yerinde bulunan eğilimler bitişik odadaki bilincin gözünden kaçarlar. Şu halde bu eğilimler önce bilinçsiz olurlar. Eşiğe kadar geldikten sonra bunların nöbetçi tarafından kapı dışarı edilmelerinin nedeni bilinçli olmalarına imkân bulunmamasıdır. Biz onların bilinçaltına itildiklerini söylüyoruz. Fakat, nöbetçinin eşiği aşmalarına izin verdiği eğilimler daima bilinçli olmazlar. Bu eğilimler bilincin dikkatini üzerlerine çektikleri takdirde bilinçli olabilirler Bu ikinci yere yakınbilinç sistemi adını veriyoruz Bu iki odalı, iki oda arasındaki eşikle duran nöbetçili ve ikinci odanın sonunda seyirci rolünü oynayan bilinçli varsayım gerçeğe çok yakın bir fikir vermektedir. (Challaye, 1973, s. 42)
Bilinçaltı tümüyle ruhsal organın bir işlevi, aynı zamanda ruhsal hayatta en güçlü etkendir. Bir insanın devinim çizgisini biçimlendiren, (bilinçsiz) yaşam planını oluşturan güçleri burada aramak gerekir. (Adler, 2006, s. 114)
Freud, bilinçaltında, özellikle bir yandan kalıtımı, öte yandan da ilk çocukluğa ait etkileri bulmaktadır. Freud kendisinden öncekilerin soy ve kalıtımla ile ilgili düşüncelerini beğenmedi. İçgüdüleri ve dürtüleri bu ortamda aradı. Ona göre insanda yer alan ve hayvanlardaki içgüdüyü andıran, soydan gelen ruhsal yapılış, bilinçaltının çekirdeğini meydana getirir. Sonraları, çocukluk gelişmesi esnasında, işe yaramaz unsurlar gibi bilinçten atılan ve aslında, tabiatları bakımından atasal kısımdan farklı olamayan herşey bu çekirdeğin yanında yer alır. Freud, işte en ziyade bilinçaltının bu ikinci unsurları üzerinde araştırmalar yapmıştır. Ona göre, bilinçaltı geniş ölçüde, bireysel hayatın çocukluk evresinin bir devamıdır. İlk çocukluk, insanın bütün arzularına, özellikle cinsel arzularına, hiç bir sınır ve disiplin tanımadan, kendini kaptırdığı zamandır. Freud, cinsel arzuların hayatla beraber kendilerini gösterdiklerini kabul etmektedir. (Challaye, 1973, s. 43)
Bilinçdışı zihin kavramı her ne kadar Schopenhauer ve Nietzsche ile birlikte romantik şairlerin çalışmalarında daha önceden görülmüşse de ilk defa Freud bilinçdışı zihinsel yaşamın bütün bir deneyim ve davranış spektrumunu nasıl etkilediğine dair sistematik, kapsamlı ve açık bir resim çizmiştir. (Gabbard, 2015, s. 4)
1.2.Yapısal Model
Sonraları Freud, topografik modelin insan kişiliğine sınırlı bir açıklama getirdiğini fark etti ve buna ek olarak yapısal modeli oluşturdu. Bu model, kişiliği benlik (ego), alt-benlik (id), ve üst-benlik (süper ego) olarak ayırıyordu. Bazen "Bir yanım bir şey yapmamı istiyor, öte yanım bambaşka bir şey yapmamı istiyor" dediğiniz olmuştur. Freud da kişiliğin birbiriyle barış içinde olmayan bazı bölümlerden oluştuğunu belirtmiştir.
Bu konunun açıklamasına girmeden önce çok önemli bir noktayı vurgulamak gerekir. Yapı deyince burada ruhsal bir örgütlenişten söz edilmektedir. Bu kavramın bedenin ya da beynin herhangi bir yapı parçası ile, bir bölgesi ile ilintisi yoktur. Tümden soyut bir kavramdır. Yapı deyince belirli özellikleri ve işlevleri içeren, sürekliliği olan bir ruhsal dizge düşünülmektedir, örneğin, benlik deyince organizmada benliğin bulunduğu bir bölge, bir yer söz konusu değildir. Ancak, bir takım özel ruhsal işlevlerin tümü bir soyut kavram altında toplanmış ve buna da yapı denmiştir Benliğin görevi organizmanın korunması ve uyum sağlanmasıdır derken, aslında organizmayı koruyan, uyum sağlayan işlevlerin ve özelliklerin tümünü bir terim altında toplamış oluyoruz. Bunun gibi üstbenlik derken organizmada herhangi bir yer, bir bölge değil, bir takım işlevler kümesi anlaşılır, özetle, benlik, üstbenlik, altbenlik gibi terimler soyutlamadır ve bir takım işlevleri, eğilimleri, özellikleri içeren soyut dizgeler olarak anlaşılmalıdır. Bir başka önemli nokta da bunlar arasında kesin sınırların olmayışı ve sürekli olarak birbirleriyle dinamik bir etkileşim içinde bulunmalarıdır. (Öztürk, 2008, s. 14)
Freud Psikanalize Giriş Dersleri adlı eserinde 31. Ders olan Ruhsal Kişiliğin Bölünmesi başlıklı kısmında bu durumu bir benzetme yolu ile ifade eder: “Kişiliğin ego, süperego ve id bölünmesini düşünürken politik coğrafyadaki gibi yapay çizilmiş keskin sınırlar düşünmeyeceğinizden eminim. Çizimlerdeki veya ilkel resimlerdeki gibi düzgün çizgilerle ruhsal yapının özelliklerine hakkını veremeyiz; bunun yerine, çağdaş sanatçıların resimlerindeki gibi birbiriyle kaynaşan renk alanlarını düşünmeliyiz. Ayrımı yaptıktan sonra, ayırdığımız bölümlerin tekrar kaynaşmasına izin vermeliyiz. Ruhsal süreçler gibi ele avuca gelmeyen bir şeyin resmini çizmeye yönelik ilk çabayı yargılarken çok katı olmamamız gerek. Bu bölümlerin gelişimi, farklı bireylerde büyük değişmelere pekala tabi olabilir; gerçek işleyişlerinde değişebilir ve geçici olarak kaynaşma evresine girebilirler. Özellikle, filogenetik açıdan bu bölümlerin en sonuncusu ve en hassası olanı —ego ile süperego arasındaki farklılaşma— durumunda bu doğru gözüküyor. Aynı şeyin ruhsal hastalıktan da kaynaklanabileceğine kuşku yok. Bazı mistik uygulamaların da ruhsal yapının farklı bölümleri arasındaki normal ilişkileri altüst edebileceğini kolayca görebiliriz; böylece örneğin egonun ve idin derinliklerinde olan ve başka türlü erişilemeyen olaylar algıyla kavranabilir. Ama bu yolun bizi kurtuluş beklediğimiz nihai doğrulara götürüp götürmeyeceği kuşkulu. İdin bulunduğu yerde ego da olacaktır. Tıpkı Zuider Zee kanalı gibi bu da kültürün bir eseridir.” (Freud S. , Psikanalize Yeni Giriş Dersleri, 1997, s. 109)
Freud, doğduğumuzda tek bir kişilik yapısının, alt-benliğin (id) var olduğunu söylemiştir. Alt-benlik, bizim bencil kısmımızdır ve yalnızca kişisel isteklerimizi tatmin etmeye çalışır.
Freud’un deyimi ile id, ruhsal aygıtın “en eski" parçasıdır ve kalıtımla geçen, doğuştan varolan, yapıda yerleşmiş bulunan herşeyi içerir. Bedenden kaynağını alan iç güdüsel dürtüler ruhsal anlatımlarını ilk olarak altbenlikte bulurlar. Altbenlik ruhsal aygıtın ilk güç kaynağıdır. Tümden bilinçdışıdır ve bilinçdışı süreçlerdeki kurallar, daha doğrusu kuralsızlıklar geçerlidir. Dış dünya ile bağlantısı yoktur. Zaman ve yer kavramı tanımaz. Birbirine karşıt dürtü ve eğilimler yanyana bulunabilirler. Altbenlikte cinsel ve saldırganlık dürtülerinin enerjileri yatar ve benliğin yardımı ile bu dürtülerin boşalımı sağlanabilir. (Öztürk, 2008, s. 15)
Psikanalizin ilk yıllarında araştırmalar daha çok altbenligin incelenmesine yönelikti ve uzun süre benlik üzerinde yeterince durulmamıştı. Bu nedenle, psikanaliz akımının ilk 20-30 yılı genellikle bir altbenlik ruhbilimi (id psikolojisi) olarak da tanınır. (Öztürk, 2008, s. 15)
Alt-benlik, haz ilkesine göre hareket eder, diğer bir deyişle herhangi bir fiziksel ve toplumsal sınırlamayı dikkate almaksızın, yalnızca kişisel tatmin sağlayacak şeylerle ilgilenir. (Burger, 2017, s. 78)

 Alt-benlik dürtüleri bilincimizin altında kalır. Çevreleriyle etkileşime geçen 2 yaş ve altı çocuklarda, kişilik yapısının ikinci kısmı gelişmeye başlar. Benlik (ego), gerçeklik ilkesine göre hareket eder. Yani benliğin birinci görevi, alt-benliğin dürtülerini tatmin etmek; ama bunu yaparken içinde bulunulan durumun gerçeklerini de dikkate almaktır. Zira alt-benliğin dürtüleri genellikle toplumsal olarak uygun olmayan, bizi tehdit eden biçimde ortaya çıkar. Benliğin görevi, bu dürtüleri bilinçaltında tutmaktır. (Burger, 2017, s. 79)
Freud benliği şöyle tanımlıyor: "Benliğin temel özellikleri şunlardır: Duygusal algılama ile kas devinimi arasında daha önce gelişmiş olan bağlantı nedeniyle, benlik istemli devinimi denetler. Görevi yaşamın sürdürülmesidir. Dış dünya açısından bu görevi, dışardan gelen uyaranlan algılaması, bunlarla ilgili deneyimleri biriktirmesi (bellek ile), aşırı uyaranlardan sakınması (kaçma ile), orta dereceli uyaranlan ele alması (uyum ile) ve en son olarak da dış dünyada kendi çıkarına uygun değişiklikler yapmayı öğrenmesi (eylem ile) gibi yetileriyle yapar İç dünya açısından, altbenlik ile ilişkisinde bu görevi (yani yaşamı sürdürme görevini) dürtülerin istekleri üzerinde bir egemenlik kazanarak, bu dürtülere doyum sağlanıp sağlanmayacağına karar vererek, doyumu dış dünyadaki durumlara ve zamana göre erteleyerek ya da bunların uyarılarını tümden bastırarak yerine getirir. Benliğin temel işlevi uyumdur. (Öztürk, 2008, s. 17)
Alt-benlikten farklı olarak benliğimiz, beynimizin bilinç, bilinç öncesi ve bilinçaltı kesimlerinde serbestçe hareket edebilir. Freud, insan davranışının, bir gereksiniminiz karşılanmadığında duyulan gerginliği azaltmaya odaklı olduğunu belirtmiştir.
Çocukluğun ilk dönemlerinde organizma daha çok acıdan kaçma ve haz ilkesinin etkisi altındadır. Bebeklik döneminde çocuk, gereksinimlerinin hemen doyurulmasını bekler, Altbenlikteki dürtüler zaman ve yer kavramını tanımaz; tek amaç boşalım, doyum ve haz sağlanmasıdır. Bekletme, erteleme söz konusu değildir. Görülüyor ki ilk çocukluk çağında daha çok altbenlik egemendir. Bu dönemde insan yavrusu büyük oranda id etkisi altındadır. İstediği anda gereksinimleri hemen doyurulmalıdır. Bu olmadığında, çocuk bütün organizması ile aşırı tepki gösterir. Bekletebilme, erteleyebilme, dürtülere başka türlü doyum yolları bulma, onları değiştirebilme, onları bastırabilme, uygun yer ve zamanda onların doyumunu sağlayan eyleme girişme ancak gelişmiş benlik aracılığı ile olur. Bir başka deyişle, benlik dürtüler üzerinde göreceli bir egemenlik kurmayı öğrenir. Benliğin dürtüleri erteleme, bekletebilme gücüne engellenmeye dayanma gücü de denir. (Öztürk, 2008, s. 17)
Böylece anlaşılıyor ki. altbenlikte egemen olan doyum ve haz ilkesine karşılık, benlikte egemen olan gerçeklik ilkesidir. Gerçeklik ilkesinin uygulanabilmesi, iç ve dış uyaranların, iç ve dış gereksinimlerin ve koşulların algılanması, değerlendirilmesi ile olur. Gerçeği değerlendirme yetisi bireyin ruhsal dünyasının içinde ve dışında olup bitenlerin ayırt edilebilmesidir. Neyin düşünce neyin eylem ve olay, neyin imge (hayal), neyin gerçek olduğunun bilinmesidir. Bu bir benlik işlevidir. Benliğin bu işlevi, özel durumlarda bozulabilir ya da gelip geçici olarak aksayabilir. Örneğin korkulu bir düşten hemen uyandığımızda, henüz bilincimiz tam uyanıklık durumuna geçmeden önce, belki bir kaç saniyelik bir süre içinde, gördüğümüz düşün gerçek mi yoksa düş mü olduğunu ayırt edemeyebiliriz. Az sonra bunun bir düş olduğunu, yani kendi ruhsal dünyamızda, zihnimizde yaşanmış bir olay olduğunu gerçekte dış dünyada olmadığını ayırt ederiz. Bu bir düştür deriz ve rahatlarız; artık gerçeği değerlendirme yetisi işlemektedir. İşte, benliğin bu işlevi de engellenmeye dayanma gücü gibi, benlik gücünü yansıtan önemli bir özelliktir. Genellikle gerçeği değerlendirme yetisinin  zayıflaması, benliğin zayıflaması ile birlikte gider. (Öztürk, 2008, s. 18)
Benliğin içerden gelen uyaranlarla dışarda bulunan koşullar arasında bir denge kurmaya çalışması, bir yandan organizmanın doğal gelişme yetileri (bellek, algılama, zeka, uyaran eşiği gibi), bir yandan da engellenme ve çatışmalara karşı geliştirdiği savunma yolları ile gerçekleştirilir.
Çocuk beş yaşına geldiğinde, kişilik yapısının üçüncü bölümü de oluşur. Üst-benlik, toplumun, özellikle de anne babaların değer yargılarını ve standartlarını temsil eder. Üst-benlik, neyi yapabileceğimiz ve yapamayacağımız konusunda daha çok kısıtlamalar getirir. (Burger, 2017, s. 79)
Korku ve utanç duyguları üstbenlik gelişiminin öncüleridir. İleriki bölümde yer verilecek olan Oedipus karmaşası, çocuğun Oedipus ilişkisine girmesi ve yoğun iğdişlik korkularının gelişmesi, çocuğun aynı eşeyden ana babayla (oğlansa babayla, kızsa anneyle) özdeşim yapmasına yol açar. Bu özdeşim çocukta; Oedipus çatışmasını çözerken, onda bir üstbenliğin gelişmesini de sağlar. (Öztürk, 2008, s. 19)
Bir başka deyimle Oedipus karmaşasının normal gelişim sürecindeki kalıntısı üstbenliktir.
Kısaca Oedipus karmaşası çocuğun karşı cinsten olan ebeveynine yönelik ensest isteklerinden gelişen zihinsel süreçlerin toplamına verilen tanımdır. Bununla ilgili olarak hem ensest nesnesinin sevgisine rakip olarak hem kendisi de sevilen bir nesne olarak aynı cinsten olan ebeveyne yönelik de çatışmalı hisler vardır. Bu çatışma, aynı cinsten olan ebeveyn ile özdeşim yoluyla çözümlenir. (Glen o. Gabbard, 2015, s. 36)
Psikanaliz kuramında üstbenliğin gelişmesi genellikle Oedipus karmaşasını çözmek için yapılan özdeşime bağlanmakla birlikte, çocuğun daha sonraki dönemlerinde de toplumsal ilişkilerle sağlanan özdeşimlerin (okulda, arkadaşlıklarda vb.) de üstbenlik gelişiminde yer aldığını unutmamak gerekir.
Üstbenligin insan yaşantısındaki belirtisi suçluluk duygusudur. Kişinin kendi içine sindirmiş, benimsemiş olduğu yanlış doğru, iyi kötü biçimindeki değer yargıları bireyin içinde bir yargılama ve ceza verme dizgesi olarak kalır ve onun davranışlarını frenler. Kişi, yasak olarak benimsemiş olduğu herhangi bir düşünce ya da eyleme kendisini kaptırırsa içinde suçluluk duyar. İşte bu suçluluk duygusunun derinliği ve ağırlığı üstbenliğin gücünü yansıtır. Kimi bireylerde üstbenlik çok katı ve özür tanımaz, bağışlamaz bir güçte gelişmiş olabilir Benlik katı bir üstbenliğin baskısı altında ezilebilir. Böyle ağır cezalandırıcı, suçlandırıcı üstbenlik gelişimi bir çok ruhsal bozukluğun doğuşuna neden olabileceği gibi, çok gevşek bir üstbenlik gelişimi de bireylerin toplum içinde önemli uyumsuzluklarla karşılaşmasına yol açabilir. (Öztürk, 2008, s. 19)
Bazı insanlar üst-benlik kavramını vicdan olarak da kabul eder. Üst-benliğimiz bizi yalnızca ahlak kurallarını çiğnememizden dolayı cezalandırmaz, aynı zamanda benliğin bir davranışın erdemli ve övgüye değer olup olmadığına karar vermek için kullandığı idealleri belirler. Örneğin, kötü yetiştirilmelerinden dolayı bazı çocukların üst-benliği tam olarak gelişmez. Yetişkin olduklarında bu tip insanlar, para çalmak ya da başkalarına yalan söylemekten daha az sıkıntı duyarlar. Bazı insanlarda ise üst-benlik çok güçlü, çok ahlakçı hale gelebilir ve benliği ulaşılması imkânsız bir mükemmellik beklentisiyle zor durumda bırakır. Bu durumda, kişi ahlaki kaygılardan dolayı, hiçbir insanın ulaşamadığı bir noktaya ulaşmakta başarısız olduğu için sürekli olarak kendini suçlu hisseder. Üç ayrı köşeden bizi çeken kuvvetler gibi alt-benlik, benlik ve üst-benliğin istekleri birbirini hem tamamlar hem de birbiriyle çelişir. Sağlıklı bir kişide güçlü bir benlik, alt-benlik ve üst-benliğin kişilik üzerinde aşırı kontrol sahibi olmasına izin vermez. Ancak bu, sonu asla gelmeyen bir savaştır. Her birimizin bilincinin aşağılarında bir yerlerde, kendi keyfine bakma, dünyanın gerçeklerini dikkate alma ve sıkı bir ahlak anlayışını üstün kılma istekleri arasında sürekli bir gerginlik durumu yaşanmaktadır. (Burger, 2017, s. 80)
1.3.Libido ve Thanatos
Topografik model, sahneyi tanımlarken yapısal model de kişileri tanımlar. Peki, Freud'un sistemini harekete geçiren şey nedir? Freud, insan davranışının Triebe denilen, dürtüler ya da içgüdüler olarak da tercüme edilen, kuvvetli iç güçler tarafından güdülendiğini belirtmiştir.
İçgüdüler kişilik dinamiğinin ileri doğru sürükleyen lokomotif faktörleri ve bireyin zihinsel enerji yayan biyolojik güçleridir. İngilizcede içgüdü kelimesi için “instinct” kelimesi kullanımda olsa da bu kelime Freud’un kastettiği anlamı tam olarak ifade etmez. Freud Almancadaki instinkt kelimesini insanlardan söz ettiğinde kullanmamış, bu kelimeyi sadece hayvanların doğuştan getirdiği dürtülerden söz ettiğinde kullanmıştır. Freud’un Almancadaki terimi, Triebe, en mükemmel şekliyle dürtüsel güç veya dürtü olarak tercüme edilebilir. Freud’un içgüdüleri kalıtımsal yatkınlıkla değil, bedendeki uyarımın kaynağı ile ilgilidir. (Duane P. Schultz, 2007, s. 607)
            Freud, iki ana tip içgüdümüz olduğunu söyler: Libido olarak adlandırılan yaşam ya da cinsellik içgüdüsü ve Thanatos olarak adlandırılan ölüm ya da saldırganlık içgüdüsü. Freud, ilk başlarda bu iki gücün birbiriyle çatışma halinde olduğunu belirtmiştir; ancak daha sonra bu ikisinin sık sık birlikte hareket ettiğini hem erotik hem de saldırgan dürtülerimizin kaynağı olduklarını öne sürmüştür. (Burger, 2017, s. 80)
Cinsiyet Üzerine adlı eserinde Freud libido hakkında görüşlerini şu şekilde ifade eder: “Libido'yu, genellikle bütün psişik süreçlerin temelinde varsayılması gereken enerjiden ayırıyoruz: kurduğumuz ayırma libidoya özgü kaynaklara uymaktadır; böylece ona nicel karakterinden fazla olarak nitel bir karakter veriyoruz. Libidonun enerjisini bütün öbür enerjilerden ayırdığımız zaman organizmanın cinsel süreçlerinin özel bir kimyasallıkla beslenme işlevinden ayrıldığını kabul ediyoruz. Sapıklıkların ve psikonevrozların analizi bu cinsel uyarımın yalnızca üreme bölümleri denilen bölümlerden ileri gelmediğini, fakat bütün öbür organlardan geldiğini bize öğretmektedir. Böylece, bir libido niceliği kavramı ortaya atıyoruz ki bunun temsilcisine ben libidosu diyoruz; onun üremesi, artması, dağılması ve yer değiştirmelerinin bize psikoseksüel olayları açıklama yolları sağlaması gerekir.
Gelgelelim, ben libidosu, ancak cinsel nesneyi ele geçirdiği zaman, yani nesne libidosu haline gelince, analize elverişli olmaktadır. İşte o zaman onun, nesneler üzerinde yoğunlaştığını, orada saptandığını ya da onları bıraktığını, başka nesnelere dönmek için onlardan ayrıldığını ve ele geçirdiği durumların kişinin cinsel etkinliklerine yön verdiğini, sonra doyuma, yani libidonun kısmî ve geçici bir sönmesine götürdüğünü görüyoruz. Nesne libidosu ile ilgili olarak, onun nesnelerinden koparak, özel gerilim koşulları içinde askıda kaldığını ve sonunda yeniden ben libidosu haline gelecek şekilde ben’in içine girdiğini görüyoruz.
Ben’in libido bağlanımı bize, çocuklukta gerçekleşmiş başlangıç hali, sonradan libido dışa doğru yöneldiğinde maskelenmiş, fakat aslında saklanmış olan bir ilk durum görünmektedir.” (Freud S. , Cinsiyet Üzerine, 1981, s. 90-91)
Freud, insan davranışlarının çoğunu yaşam ve cinsellik içgüdüsüne bağlamıştır. Ancak bu tanımı çok genel bir anlamda kullanmıştır. Cinsel olarak güdülenmiş hareketler yalnızca erotik içerikli olanları değil, zevk almaya dönük bütün davranışlarımızı kapsar. Meslek yaşamının ilerleyen yıllarında Freud buna ölüm içgüdüsünü -ölmek ve toprağa karışmak isteği- de eklemiştir. Ancak bu bilinçaltı güdü, açıkça bir kendine zarar verme şeklinde ortaya çıkmaz. Bunun yerine, ölüm içgüdüsü dışa dönüktür ve diğerlerine saldırmak şeklinde dışa vurulur. Ölme isteği bilinçaltı kalır. (Burger, 2017, s. 81)
Freud ölüm içgüdüsü kavramını, ölüm kendisi için kişisel bir mesele haline gelince geliştirdi: kanseri kötüye gidiyordu, savaşın vahşetine tanık olmuştu ve kızı Sophie 26 yaşında, ardında iki küçük çocuk bırakarak ölmüştü. Freud bu kayıpla perişan olmuş ve üç haftadan az bir süre sonra ölüm içgüdüsü hakkında yazılar yazmıştı. Freud yavaş yavaş saldırganlık ve düşmanlığın kişilikte cinsellik kadar önemli güçler olduğunu kabul etti. Yaşlandıkça, saldırganlığın insan davranışını motive etmede cinsellik kadar güçlü olduğuna ikna oldu. Hatta kendisindeki saldırganlık eğiliminin farkına vardı. Meslektaşları Freud’u kinci olarak tanımlamıştır. Bazı yazıları ve muhalifleriyle farklılığın kesinliği ve sivriliği de onda yüksek düzeyde bir saldırganlığın olduğunu belirtir. Freud’un saldırganlık kavramı, ölüm içgüdüsü iddiasından daha fazla kabul görmüştür. (Duane P. Schultz, 2007, s. 608)
Freud, çağının bilimsel düşünce tarzından da oldukça etkilenmişti. Diğer bilim dallarından uyarladığı görüşlerden biri de enerjinin korunması ilkesidir. Fiziksel bir sistem içindeki enerji yok olmaz ve sonlu miktarlarda var olmayı sürdürür. Benzer şekilde, Freud hepimizin psikolojik işlevlerimize yüksek ya da düşük bir düzeyde güç veren bir psişik enerjiye sahip olduğumuzu söylemiştir. Bunun anlamı, bir psikolojik işleve harcanan enerjinin diğer işlevler için kullanılamayacağıdır. Eğer benlik, alt-benliği kontrol etmek için çok miktarda enerji harcamak zorundaysa, geri kalan işlevlerini etkili bir biçimde gerçekleştirmek için geriye çok az enerjisi kalır. Freud'cu psikoterapinin bir hedefi de hastaların sürekli kontrol altında tuttukları bilinçaltı dürtülerini serbest bırakmalarına yardımcı olmak, böylece günlük yaşamlarını devam ettirecek enerji düzeyine kavuşmalarını sağlamaktır. (Burger, 2017, s. 81)
1.4.Anksiyete (Kaygı)
Ego üç yandan gelen ısrarlı ve birbirine zıt güçlerin baskıları içerisinde oldukça güç bir durumdadır. Ego id’in cinsellik ve şiddet içeren isteklerini ertelemeye çalışmak, id dürtülerinin gerilimini boşaltmak için gerçekliği algılamak ve ustalıkla yönetmek ve süperegonun mükemmel olma çabalarıyla uğraşmak zorundadır. Ego çok şiddetli sıkıştırıldığında, kaçınılmaz sonuç anksiyetenin gelişmesidir. (Duane P. Schultz, 2007, s. 610)
Dış dünya insanın ihtiyaçlarını karşılayabilecek sayısız objelerle doludur. Ama bu çevre tehlikeli bölgeleri de içerir ve doyurucu olduğu kadar ürkütücüdür de. İnsanın dış çevreden gelen tehlikelere karşı olağan tepkisi korku duygusudur. İçten ya da dıştan gelen tehdit edici güçler denetim altına alınamadığında egoya anksiyete denilen duygu egemen olur. Freud üç tür anksiyete tanımlamıştır: (Geçtan, 2015, s. 60)
Nesnel anksiyete gerçek dünyadaki gerçek tehlikelerin korkusundan kaynaklanır; nörotik anksiyete ve ahlaki anksiyete nesnel anksiyeteden türemiştir. Nörotik anksiyete içgüdüsel doygunluğun doğasında olan potansiyel tehlikenin tanınmasından kaynaklanır. Bu, içgüdülerin değil, muhtemelen gelişi güzel id-hakimiyetli davranışları takip eden cezalandırılma korkusudur. Başka bir deyişle nörotik anksiyete fevri dürtüsel isteklerin açığa vurulması sebebiyle cezalandırılma korkusudur. Klasik psikanalitiğin ele aldığı anne ve babaya duyulan nefret, eşe duyulan saldırganlık, ensest düşünceler, sarsıcı çocukluk anıları ve benzer konular bilinç düzeyine çıkamayacak kadar korkutucudur. Benlik bu malzemeleri bilinçaltına iterek kaygıyı azaltmaya ya da yok etmeye çalışır. Birçok insan Freud'un nörotik kaygı dediği, kabul edilemez bilinçaltı düşüncelerin bilinç engelini aşarak bilinçlilik düzeyinde ortaya çıktığı bu rahatsızlığı yaşar. (Burger, 2017, s. 82)
Ahlaki anksiyete  vicdan korkusundan kaynaklanır. Bir insan vicdanın bir dizi ahlaki değerine ters bir eylemde bulunduğunda veya böyle bir şeyi düşündüğünde suçluluk veya utanç duyabilir. Bu durumda ahlaki anksiyete bir insanın vicdanının nasıl daha iyi geliştiğinin bir fonksiyonudur. Daha az erdemleri olan bir insanın ahlaki anksiyete geliştirmesi daha düşük bir ihtimaldir.Anksiyete insan davranışında gerilime sebep olarak, bireyi bu gerilim durumunu azaltmaya motive eden bir güçtür. Freud ego'nun anksiyeteye karşı birkaç koruyucu savunma geliştirdiğine inanmıştı. Savunma mekanizmaları da anksiyete ile mücadelede gerçekliğin bilinçaltında çarpıtılması ve yalanlanmasıydı. (Duane P. Schultz, 2007, s. 610)
1.5. Savunma Mekanizmaları
Freud'un, bilinçaltına ulaşmaya çalışırken keşfettiği şeylerden biri de, hastalarının duygusal sorunlarla başa çıkmada kullandığı gizemli yöntemlerdi. 1894'te Freud, hastalarının sıkıntı verici düşüncelerini gizlemek için gösterdiği bilinçdışı çabalarını aktardı ve nevrotik belirtilerinin çoğunun bir savunma mekanizması olduğunu bildirdi. Freud, "bastırma" savunma mekanizmasını psikanalizin temel taşlarından biri olarak tanımladı. (Burger, 2017, s. 120)
Benliğin bu istenmeyen düşünceler ve arzularla başa çıkabilmek için kullandığı teknikler olan savunma mekanizmaları gerilimle başa çıkmada son derece yardımcı olur. Bu mekanizmaların çoğunun ayrıntılı açıklaması, Freud'un izinden giden bilim adamları tarafından yapılmıştır. Savunma mekanizmaları üzerinde çalışmalar yapmış psikanalistlerden biri de Sigmund'un kızı Anna Freud'dur. (Burger, 2017, s. 82)
Anna Freud’un 1936 yılında babasının 80’inci doğum gününde armağan olarak yayımladığı “Ben ve Savunma Mekanizmaları”nda savunma mekanizmaları şöyle tarif edilir: “İd’deki itkiler, doyumlarına giden yolda ben’in topraklarından geçmek zorundadırlar. Burası onlar için yabancı bir ortamdır. İd’de birincil süreç olarak adlandırılan süreç egemendir; düşünceler birbirleriyle sentez yoluyla birleştirilmiş değildir, duygulanımlar birbirleriyle yer değiştirebilir durumdadır, karşıtlıklar birbirleriyle çelişmeksizin bir arada bulunabilir, yoğunlaşmalar her vesileyle ortaya çıkabilir; bütün bunlara yön veren en yüksek ilke de haz kazanımıdır. Buna karşılık, ben’de düşüncelerin birbirleriyle ilişkilerinde katı kurallar görülür, dürtüsel itkiler artık dolaysızca doyum bulma yoluna gidemez, onlardan gerçekliğin gereklerini ve bunun ötesinde üstbenden kaynaklanarak ben’in davranışlarını belirlemek isteyen etik ve ahlaki yasaları göz önünde bulundurmaları beklenir. Sonuçta dürtüsel itkiler kendilerine yabancı nitelikteki yapılar tarafından beğenilmemek tehlikesiyle karşılaşır, eleştiriye uğrar, reddedilir ve üzerlerinde yapılacak her türlü değişikliğe boyun eğmek zorunda kalır. İşte bu aşamada barışçıl sınır ilişkileri de sona ermiş demektir. Dürtüsel itkiler kendilerine özgü inatçılıkları ve enerjileriyle hedeflerine saldırır, gafil avlayıp yenmek amacıyla ben’e düşmanca baskınlar düzenlemeye başlar. Diğer taraftan ikirciklenen ben de karşı eyleme geçer, id’in alanına saldırılar düzenler. Amacı, sınırlarının korunmasını sağlayacak uygun savunma önlemleriyle dürtüleri sürekli olarak felce uğratmaktır. Ben’in de karşı bütün savunma eylemleri sessiz ve görünmez bir biçimde oluşurlar. Biz onları ancak oluştuktan sonra yeniden kurgulayabiliriz, hiçbir zaman faal durumdayken izleyemeyiz. (Freud A. , 2011, s. 15-16)
Belli başlı savunma mekanizmaları şöyle sıralanabilir:
Bastırma: Freud, bastırmanın, "psikanalizin temel taşı" olduğunu belirtmiştir. Bastırma, savunma mekanizmalarının en önemlisidir. Bu mekanizma, benliğin, tehdit edici malzemeleri bilinç dışında tutma ve bilince ulaşmasına izin vermeme çabasıdır. Freud'a göre hepimiz bu mekanizmayı kullanırız; çünkü hepimizin bilinç düzeyine getirmek istemeyeceği bilinçaltı anıları vardır. Ancak etkili bir yöntem gibi görünse de bedeli ağır olabilir. Bastırma sürekli ve aktif bir süreç olduğu için, benliğin sürekli olarak enerji harcaması gerekir ve bu çaba benliğimizi başka hiçbir işlev göremeyecek kadar yorgun düşürebilir. Güçlü bir benlik olmadan sağlam bir kişiliğe sahip olmamız da zordur. (Burger, 2017, s. 82)
Yüceltme: 'İşlevsellik yeteneğimizi azaltan bastırmanın tersine, yüceltme mekanizmasını kullandıkça daha verimli hale geliriz. Bu yüzden psikanalistler yüceltmeyi gerçek anlamda başarılı tek savunma mekanizması olarak kabul ederler. Yüceltme yöntemiyle, benlik tehdit edici bilinçaltı dürtüleri toplumsal açıdan kabul edilebilir eylemlere yönlendirir. Yüceltme üretkendir; çünkü alt-benliğin saldırganlığını dışa vurmasına izin verilir, böylece benlik de bu dürtüleri geride tutmaya çalışarak enerjisini harcamaz. (Burger, 2017, s. 82)
Yer Değiştirme: Yüceltme gibi yer değiştirme de dürtülerimizi tehdit edici olmayan nesnelere yöneltir. Yüceltmeden farklı olarak, yer değiştiren dürtüler güvenli bile olsa ödüllendirilmez. Freud, mantıksız korkularımızın ya da fobilerimizin çoğunun, yalnızca simgesel bir yer değiştirme yöntemi olduğunu söylemiştir. Örneğin bir hastası, oğlunun atlardan korktuğunu söylediğinde Freud aslında burada atların, babaya karşı duyulan korkunun yerine geçtiğini belirtmiştir. (Burger, 2017, s. 83)
İnkâr: İnkâr ettiğimizde bazı gerçeklerin varlığını reddederiz. Bastırmadan farklı olarak, yaptığımız şey anımsamamak değil, kanıtlar tam tersini söylese de bir şeyin doğru olmadığında ısrar etmektir. İnkâr, savunmanın aşırı bir halidir. Ne kadar sık kullanırsak, gerçekle bağımız o kadar azalır ve gerçek anlamda işlev göstermek o kadar zorlaşır. Ancak bazı durumlarda benlik, düşüncelerin bilince ulaşmasına izin vermemek için inkâra başvurabilir. (Burger, 2017, s. 84)
Karşıt Tepki Geliştirme: Karşıt tepki geliştirirken, bilinçaltındaki tehdit edici bir düşünceden kaçmak için bilinçaltı arzularımızın tersi bir yönde davranırız. Burada yapılan, düşüncenin kabul edilemez olduğuna inanıp benliğin o kavramın ne kadar yanlış olduğunu kanıtlamasıdır.  (Burger, 2017, s. 84)
Akla Bürüme: Benliğin tehdit edici bir malzemeyle başa çıkmasının bir yolu da bu malzeme bilince ulaşmadan önce onu duygusal içerikten arındırmaktır. Bir şeyi katı bir biçimde zihinsel ve duygudan uzak bir biçimde ele alarak, kabulü zor duyguları bizde bir kaygı yaratmadan bilinç düzeyine çıkarabiliriz.  (Burger, 2017, s. 84)
Yansıtma: Bazen, bir bilinçaltı dürtümüzü kendimiz yerine başka insanlara yakıştırırız. Bu savunma mekanizmasına yansıtma denir. Dürtümüzü başka insanlara yansıtarak, aslında bu düşünceye sahip olanın biz olduğumuz algısından kendimizi kurtarırız. (Burger, 2017, s. 85)
Freud’a göre insanların başvurduğu kaygı ve çelişkiyi azaltma yollarından biri savunma mekanizmalarını harekete geçirmektir. Savunma mekanizmaları, psişik acıyı azaltmak için gerçeği çarpıtan zihinsel araçlardır. Bu mekanizmalar bilinçaltı süreçler olup, aşırı kullanıldıklarında psikolojik işlevi bozarlar. (Prof. Dr. Banu Yazgan İnanç, 2007, s. 40)
1.6. Psikoseksüel Gelişim Dönemleri
Freud'un psikolojiye yaptığı en tartışmalı katkılardan biri de kişilik gelişimi kuramıdır. Freud, yetişkin kişiliklerimizin yaşamımızın ilk beş ya da altı yılındaki deneyimlerimizle oluştuğunu savunur. Yetişkinler bazen çocuklukta olduklarından daha farklı kişiler haline gelmiş görünseler de Freud'a göre yetişkin kişiliğin temelleri çocukluk yıllarımızda oluşur.
Ayrıca Freud, psikolojik olguları genellikle cinsel bir çerçeve içinde yorumlamıştır. Bunun sonucunda erken kişilik gelişimiyle ilgili yaptığı açıklamalar, büyük oranda cinsel temalar üzerine oturur. Freud'a göre her birimiz çocukluğumuzda bir takım gelişim dönemlerinden geçeriz. Her dönemin ana belirleyici özelliği, cinsel yönden birincil derecede duyarlı bölgedir ve her evrenin yetişkin kişiliğine bir etkisi olduğu için bu dönemlere psikoseksüel gelişim dönemleri adı verilir. (Burger, 2017, s. 85)
Freud hastalarını dinledikçe, sorguladıkça ve analiz ettikçe onların sorunlarının hayatlarının ilk yıllarındaki deneyimlerin sonucu olduğuna inandı. Çocuklar büyüdükçe haz odaklarının ve cinsel dürtülerinin ağızdan anüse ve en sonunda genital organlara kaydığını düşündü ve bu süreçte psikanalitik gelişimin beş evresinden geçtiğimizi öne sürdü. Freud’a göre bizim yetişkin kişiliğimiz her bir dönemdeki haz kaynakları ve gerçeğin talepleri arasındaki çatışmaları nasıl çözdüğümüze göre belirlenir. (Santrock, 2017, s. 22)
Gelişim dönemlerinin önemi saplanma kavramında yatmaktadır. Önceki bölümlerde bahsettiğimiz üzere Freud, kişiliğin libido adı verilen psişik enerji ile harekete geçtiğine inanıyordu. Freud'un görüşüne göre, çocuklar bu psikoseksüel dönemlerden geçerken bazı zorlukları ve krizleri aşmak zorundadır. Ancak psikolojik olarak işlev görmeye devam edebilmek için, bu krizleri aşarken benliğimiz ekonomik davranır ve az miktarda libido kullanılır. Çocuklar, dönemlerden birinde, sarsıcı bir deneyim yaşadığında (ya da aşırı miktarda bir tatmin yaşadığında), orada bol miktarda libido saplanır. Bu durumda benlik de normal yetişkin işlevlerini sürdürebilmek için normalde gereken enerjiden daha azıyla yetinmeye çalışır. Buna ek olarak, biraz sonra bahsedeceğimiz üzere yetişkin, enerjinin saplandığı o dönemden kalma bazı özellikler gösterir. (Burger, 2017, s. 85)

1.6.1.Oral Dönem:
Bütün çocukların geçtiği birinci dönem, oral dönemdir. Hayatın ilk 18 ayını içine alan bu süre içinde; ağız, dudaklar ve dil cinsel yönden birincil derecede duyarlı bölgelerdir. Altı aylık bir bebeği birkaç dakikalığına izlerseniz, her şeyi ağzına sokmaya çalıştığını görürsünüz. Bu sürede, memeden kesmeyle ve beslenmeyle ilgili yaşanan ciddi sorunlar, psişik enerjinin saplanmasına ve oral-kişilik özelliklerinin gelişmesine neden olur. Oral kişiliğe sahip yetişkinler, diğer insanlara bağımlı olur; öte yandan dişler çıktıktan sonra yaşanan bir saplanma, yetişkin insanda aşırı saldırganlığa yol açabilir. Bu saplanma nedeniyle, bu tip insanlar çoğunlukla ağız yoluyla tatmin olmayı isterler. Çok sigara ve içki içen ya da ellerini sürekli ağzına götüren yetişkinlere oral kişilik teşhisi konulabilir.
1.6.2. Anal Dönem:
Çocuklar 18 aylık olduğunda, anal döneme geçerler. Freud'a göre, anal bölge bu dönemdeki, cinsel yönden en duyarlı bölgedir. Çocukların tuvalet eğitimi almaya başlamalarının da bu döneme rastlaması rastlantı değildir. Sarsıcı tuvalet eğitimi, burada bir saplanmaya ve anal kişiliğe yol açabilir. Anal kişiliğe sahip insanlar, tuvalet eğitimlerinin ne şekilde gerçekleştiğine bağlı olarak, aşırı derecede düzenli, inatçı ya da cömert olabilirler.
1.6.3. Fallik Dönem: En önemli psikoseksüel dönem fallik dönemdir ve çocuk, yaklaşık 3-6 yaşları arasındayken yaşanır. (Burger, 2017, s. 87)
Bu dönemde penis ya da klitoris cinsel yönden en duyarlı bölgedir. Bu dönemin ileri bir aşamasında çocuk, bilmeden annesiyle evlenen mitolojik Yunan karakterinin adından esinlenerek adlandırılan, Oedipus kompleksine girer. Freud, bu yaşlardaki çocuğun karşı cinsiyetteki anne-babaya karşı cinsel bir çekim hissettiğini söylemiştir. Yani, küçük erkek çocuğu annesine (Oedipus kompleksi), küçük kız çocuğu ise babasına karşı ensestçe bir istek (Elektra kompleksi) duyar (Cüceloğlu, 1996, s. 413).
Küçük çocuklar bu durumla ilgili bazı korkular yaşarlar. Erkek çocuklarda, babalarının onların düşüncelerini öğrenip penislerini kesmesinden korkmaları anlamına gelen bir iğdiş edilme korkusu gelişir. Eğer erkek çocuk, kız kardeşinin cinsel organını görürse, korktuğu şeyin kız kardeşinin başına geldiğini zanneder. Kız çocuklar ise erkek cinsel organını gördüklerinde penis kıskançlığı yaşarlar. Bu kıskançlık bir penise sahip olma arzusunun yanı sıra, olmamasından kaynaklanan bir aşağılık duygusunu da içinde barındırır. Çocuklar bu durumu nasıl çözer? Freud'un açıklaması, bu soruya şöyle bir çözüm getirmektedir: Çocuklar en sonunda karşı cinsiyetteki ebeveyne duydukları isteklerini bastırır (diğer ebeveyn orada olduğu sürece asla bu isteklerinin gerçekleşmeyeceğini anlarlar). Daha sonra karşıt tepki geliştirme tekniğiyle, aynı cinsiyetteki ebeveynle kendisini özdeşleştirirler. (Burger, 2017, s. 89)
Oedipus kompleksinin çözülmesiyle bazı önemli gelişmeler yaşanır. Aynı cinsiyetteki ebeveynle özdeşleşerek, erkek çocuklar erkeksi özellikler, kız çocuklar ise kadınsı özellikler kazanmaya başlar. Ebeveynlerle özdeşleşme, üst-benliğin gelişimiyle de aynı döneme rastlar. Çocuklar bu yaşlarda, anne ve babanın değerlerini üst-benlik şeklinde benimserler. Ancak Oedipus kompleksi yalnızca bastırılmıştır, tam olarak yok olmamıştır. Böylece bazı yollardan davranışlarımızı etkilemeye devam eder. (Burger, 2017, s. 90)
1.6.4. Gizil (Latans) Dönem:
Oedipus kompleksinin çözülmesinden sonra çocuk, ergenlikten önceki gizil döneme girer. Bu dönemde cinsel istekler azalmış durumdadır; ancak çocuk ergenliğe ve genital döneme eriştiğinde bu istekler güçlü bir biçimde geri dönecektir. Gizil dönemdeki kızlar ve erkekler, birbirlerine karşı oldukça ilgisizdir. Çocuk bahçelerinde gözlem yaptığınızda, erkeklerin erkeklerle, kızların da diğer kızlarla oynadığını görürsünüz. Çocuk ergenliğe eriştiğinde, cinsel gereksinimler geri döner ve yetişkinlerin cinsel organ bölgelerine odaklanır. Eğer çocuk bu döneme ulaşana kadar daha önceki dönemlerde çok miktarda libido bırakmamışsa normal bir cinsel yaşamı olabilir. (Burger, 2017, s. 90)
1.6.5. Genital Dönem:
Ergenlikle beraber genital (genital) aşama kendisini göstermeye başlar. Birey cinsel organları ve duyguları arasında bir bağ olduğunu fark etmeye başlamıştır. Karşıt cinsler arasında romantik ilişkilerin doğmasına bu dönemde rastlanır. Bu ilişkiler cinsel organlar çerçevesinde kısıtlanmış ilişkiler olabildiği gibi, son derece geniş kapsamlı duyguları, sanatı, şiiri, yaratıcılığı içeren zengin ilişkileri de kapsayabilir. Bireyin ortamı ve bireyin id, ego ve üst-benliği arasındaki kurduğu denge, o bireyin karşıt cinsle olan ilişkisinin türünü tanımlar. (Cüceloğlu, 1996, s. 412)
2. FREUD’UN KİŞİLİK KURAMINDA BİLİNÇALTI MALZEMELER
2.1. Rüyalar
"Rüyalarımız asla gereksiz şeyleri konu almaz; uykularımızın ıvır zıvırla rahatsız edilmesine izin vermeyiz."
Sigmund Freud
Freud rüyaları bilinçaltına giden ana yol olarak tanımlamıştır. 1900 yılında basılan Rüyaların Yorumu kitabında, rüyaların anlamını ortaya çıkarmak üzere ilk defa bir psikolojik kuram kullanılıyordu. Freud'a göre rüyalar, alt-benliğin dürtülerinin sergilendiği bir sahnedir, hatta bir dilek gerçekleştirme türüdür. Diğer bir deyişle, rüyalarımız arzu ettiğimiz şeylerin ve olayların dışa vurumudur. Ancak elbette gördüğümüz her rüyayı bir dilekle özdeşleştiremeyiz. Bilinçaltı arzularımızın çoğunun böylece dışa vurulması, sabah uyandığımızda yüzleşmek istemeyeceğimiz bir durumdur; zaten bu nedenden ötürü onları bastırmaya çalışırız. Freud’a göre, bu düşünceler rüyalarımızda biçim değiştirmiş bir şekilde karşımıza çıkar. Freud, bir rüyanın görünür içeriğinin (kişinin rüyada gördüğü ve anımsadığı kısım), gizil içerikten (rüyanın aslında ne anlattığı) ayırt edilmesi gerektiğini söyler. Aptalca ve saçma gelen rüyalara gülme nedenimiz de bundan kaynaklanır. Bize çok saçma gelebilir; ama Freud’cu bir terapist için rüyalar bilinçaltımıza dönük değerli ipuçlarıyla doludur. (Burger, 2017, s. 91)
            Freud’cu rüya yorumlamasının anahtarı, bilinçaltı düşünce ve arzularımızın çoğunun simgesel olarak temsil edildiği gerçeğidir. Örneğin penisle, cinsel birleşmeyle ve vajinayla ilgili rüyalar görmek bizi rahatsız edebilir; ancak bir fıskiye, uçak yolculuğu ya da mağara ile ilgili rüya görmek bizi çok da kaygılandırmaz. Bilinçaltı düzeyde, rahatsız edici içeriği simgelere dönüştürürüz ve rüyalarımıza böylece sokarız. Dürtüler böyle dışa vurulunca, bilincimiz de rahatsız olmaz. "Rüya gören kişi rüyalarının anlamını bilir" der Freud. "Yalnızca, bildiğini bilmez bu nedenle bilmediğini zanneder". (Burger, 2017, s. 91)
            Freud'cu rüya simgelerinin çoğu cinsellikle ilgilidir. Freud'a göre erkek cinsellik organları, benzer biçimli nesnelerle dışa vurulur. Bu simgelerden bazıları çubuk, şemsiye, ağaç, bıçak, tüfek, kalem ve çekiçtir. Kadın cinsellik organları ise şişe, kutu, oda, kapı ve gemi gibi nesnelerle dışa vurulur. Cinsel ilişki; dans etme, bisiklet sürme ve tırmanma gibi etkinliklerde gizlidir. Aslında Freud’un uzun cinsel simgeler listesine baktığımızda, cinsellikle ilişkilendirilmeyen rüya neredeyse yok gibidir. (Burger, 2017, s. 91)
            Freud'a göre, rüyalarımızın içeriği bilinçaltımızda olup bitene ilişkin ipuçları verir. Bazen rüyalarımız, bir anlam taşıdığını düşündüğümüz, bizde değişik duygular uyandıran imgeler içerir. Ancak çogu zaman rüyalarımız saçma, belirsiz, aptalca ve herhangi bir şeyle ilişkilendiremediğimiz imgelerden ibarettir. Freud, bu simgelerin altında önemli bilinçdışı malzemenin yattığını söyler. Eğer rüyalarımızdan birini geleneksel Freud'cu bir terapiste açıklayacak olsaydınız, size rüyalarınızdaki nesnelerin ve insanların simgeler, hatta Freud'cu geleneğe göre cinsel simgeler olduğunu söyleyecekti. Örneğin, dans etmenin ve uçmanın cinsel ilişkiyi, silah ve tankların penisi, mağaraların vajinayı temsil ettiği yorumunu duyabilirdiniz. (Burger, 2017, s. 114)
2.2. Hipnoz
Freud'un bilinçaltına dönük merakını ateşleyen şey, hipnozla olan ilk deneyimleriydi. Freud, hipnoz durumundayken benliğin bir biçimde devre dışı kaldığına inanıyordu. Hipnozcu, benliğin denetim sürecini engelleyebilir ve doğrudan bilinçaltı malzemeye ulaşabilirdi. Hipnozla yaptığı ilk çalışmalar Freud'a, insanların bilinç düzeyine çıkardıklarından çok daha fazlası olduğu fikrini verdi. İnsanlar kendisinden bilinçaltının kanıtını istediğinde çoğu zaman hipnozu gösterdi. Freud, başlangıçta hipnozu bilinçaltına giren bir boru hattı olarak görürken kısa bir süre sonra, hipnozun yetersizliklerini de gördü. Bunların arasında bütün hastaların hipnoza yanıt vermemesi başta geliyordu. (Burger, 2017, s. 93)
2.3. Serbest Çağrışım: Beyninizi düşüncelerden birkaç dakikalığına arındırın. Sonra her türlü düşüncenin beyninize dolmasına izin verin. Ağzınızdan çıkanlar hiç ummadığınız, sizi şaşırtan hatta utandıran şeyler bile olsa, içinizden ne gelirse onu söyleyin. Eğer serbestçe akan düşüncelerin bilincinize ulaşmasına izin verebildiyseniz, bazılarınca psikanalizin temel kuralı olarak adlandırılan serbest çağrışım tekniğini gerçekleştirdiniz demektir. Psikanaliz süresince, benliğin uyguladığı sansür mekanizmasını geçici bir süre devre dışı bırakmak için hasta, serbest çağrışım tekniğini kullanmaya teşvik edilir. Genellikle, kendimizi korumak ya da saçma sapan konuşmamak için bize sevimsiz, önemsiz ya da saçma gelen düşüncelerimizi engelleriz. Ancak Freud'a göre, bu yolla bilinçaltına girerek oldukça değerli psikolojik malzeme elde ederiz. Bu gibi düşüncelerimiz çoğunlukla bilinç düzeyinden dışlandığı için, beynimizin günlük konuşmalarımızda sansürlenen kısmına ulaşabilmek konusunda bize çok yardımcı olur. (Burger, 2017, s. 92)
Ancak serbest çağrışım her zaman gerçekleşmeyebilir. Benlik bazı düşünceleri bastırmak için çok enerji harcadığı için, bu malzemenin bilince ulaşması her zaman kolay olmaz. Bazen hastalar uzun bir sessizliğe gömülür ve akıllarına hiçbir şeyin gelmediğini söylerler. Bazen de kurnazlık yaparak tehdit edici ancak önemli malzemeden kaçınmak için bir sürü önemsiz şey söylerler. Eğer hasta, bilincine ulaşan gerçek düşüncelerini dışa vurursa hem terapist hem de hasta dışa vurulan gerçeklerden oldukça şaşırtıcı sonuçlar alabilir. (Burger, 2017, s. 93)
2.4. Freud Sürçmesi:
Hepimizin ara sıra dili sürçer. Karısından bahsederken onun kızlık soyadını söyleyen ya da "karımın en çok aklını severim" demek isterken "karımın en çok ağzını severim" diyen bir adamın yaptığı dil sürçmesi gibi hatalar bize bazen utandırıcı ya da komik gelebilir. Ancak Freud bunu çok aydınlatıcı bulur. Freud’a göre karısına onun kızlık soyadıyla hitap eden adam, bilinçaltında onunla hiç evlenmenmiş olmayı diliyor olabilir. İlk başta masum görünen bir sürçme, pek çok duyguyla yüklü olabilir. (Burger, 2017, s. 93)

2.5. Freud'un Mizah Kuramı
"Müstehcen bir şakaya gülen bir adam, aslında cinsel bir saldırganlık eylemini izliyormuş gibi güler."
Sigmund Freud
1905'te Espriler ve Bilinçaltıyla İlişkiler başlıklı kitabında Freud “Esprilerin doğasını ve konumlarını aydınlatma yönünden estetik ve psikoloji literatürünü araştırma olanağı bulan herhangi bir kişi, esprilerin zihinsel yaşamımızda oynadıkları rol açısından hak ettikleri kadar felsefi ilgi çekmediğini kabul etmek zorunda kalacaktır. Espri sorunlarına derinlemesine  girmiş pek az sayıda düşünür adı verilebilir.” diyerek bizlere mizahın ayrıntılı bir incelemesini sunuyordu. (Freud S. , Espriler ve Bilinçdışı İle İlişkileri, 2012, s. 41)
Freud’a göre “Esprilerdeki haz bize ket vurmaya yönelik harcamanın tasaarufundan, gülünçteki haz düşünmeye (yüke) yönelik harcamanın tasarrufundan ve mizahtaki haz da duygulara yönelik harcamanın tasarrufundan doğuyor gibi geliyor. Zihinsel işleyişimizin her üç türünde de haz, bir ekonomiden doğmaktadır. Her üçü de zihinsel etkinlikten, o etkinliğin gelişimi boyunca gerçekten yitirilmiş olan bir hazzı yeniden elde etmenin yöntemlerini temsil etmede birleşmektedirler. Bu araçlarla ulaşmaya çabaladığımız keyif, genelde ruhsal işleyişimizi küçük bir enerji harcamasıyla yürüttüğümüz bir yaşam döneminin ruh halinden – gülünçten habersiz olduğumuz, espri yeteneğimizin olmadığı ve yaşamımızda kendimizi mutlu hissetmek için mizaha gereksinme duymadığımız çocukluğumuzun ruh halinden- başka bir şey değildir.” (Freud S. , Espriler ve Bilinçdışı İle İlişkileri, 2012, s. 265)
Kelime oyunu ya da diğer zekice mizah türlerini "masum" şakalar olarak ele alsa da onun esas ilgilendiği, şakayı anlatanın olduğu kadar şakaya gülenin de bilinçaltı hakkında ipucu veren, maksatlı şakalardı. Freud'a göre iki tip maksatlı şaka vardı; düşmanlıkla ilgili olanlar, cinsellikle ilgili olanlar. İlk bakışta, saldırganlığın nasıl komik olabileceğini anlamak zordur. Hakaretler ve can sıkıcı kinayeler bizi nasıl eğlendirebilir? Neden başka bir insanın aşağılanmasından ve utanmasından zevk alırız? Freud'a göre saldırgan şakalar, bastırılan dürtülerin dışa vurumudur. (Burger, 2017, s. 129)
Bazı, insanlara ya da insan gruplarına saldırmak için bilinçaltı bir istek duysak da, benliğimiz ve üst-benligimiz genelde şiddetin dışa vurumunu engeller. Ama hakaret içeren iyi bir şaka, bu saldırganlık arzumuzu toplumsal olarak kabul edilen bir şekilde dışa vurmamızı sağlar. Zaten masum bir şakadan kim alınabilir ki? Freud'un yazdığı gibi), "Düşmanımızı küçük, aşağılık, sevimsiz ya da komik göstererek, onu yenmenin vereceği zevki dolaylı olarak yaşarız" (Burger, 2017, s. 130)
Freud, şiddet ya da cinsel içerikli bir fıkranın ardından gelen bir kahkahanın, fıkranın çok komik olmasıyla açıklanamayacağını belirtir. Bir sonraki cinsel içerikli fıkrayı dinlerken iyice dikkat ederseniz, aslında fıkranın içindeki mizah ögesinin pek komik olmadığını fark edersiniz. O zaman neden gülüyoruz? Freud, bu tepkimizi gerginlik azaltma ya da katarsis ile açıklar. Fıkranın başında saldırganlığın ya da cinsel davranışın tarifi bizde gerginlik yaratır. Son tümce ise bu gerginliğin boşaldığı andır. Fıkralardan hoşlanmamızın nedeni çok zekice düzenlenmiş olmaları değil, gerginliği ve kaygıyı azaltmalarıdır. "Kesin olarak konuşmak gerekirse, neye güldüğümüzü bilmiyoruz" demiştir Freud. "Bu tip fıkraların tekniği oldukça berbattır, ama bize kahkaha attırmadaki başarıları da ortadadır" (Burger, 2017, s. 130)
Freud esprileri komiklik özelliğini nelerin verdiğini araştırmış ve şakalar ve esprilerde de rüyalardaki mekanizmaları bulmuştur.
• Yoğunlaştırma; çok az şey söyleyerek fazla şey kastetmek
• Yer değiştirme; saldırgan cinsel içeriği sansürlemek için
• Temsil edilebilme; kelimelerin çift anlama gelmesi, kelimelerle oynama, yeni anlamlar üretme vs.
Ancak rüyaların aksine şakalarda "gerileme" mekanizması aktif değildir. Çünkü şakalar haz almaya yönelik olan en sosyal insan eylemidir.
Freud' a göre espriler şu amaçlara hizmet eder;
• Teşhircilik, açıksaçık espriler; cinsel dürtünün dolaylı yoldan doyurulmasına hizmet eder.
• Saldırganlık ve düşmanlığa hizmet eden espriler; saldırganlığın tatminine olanak tanır.
• Sinik, yine saldırgan olan ve alaycılık içeren espriler; belli bir kurumu, etnik kökeni, politik görüşü vs. hedef alabilir.
Espriler de rüyalar gibi bilinçdışı arzu tatminine hizmet eder. Ancak rüya temel olarak hazsızlıktan kaçınmaya yöneliktir; espriler ise haz almaya yöneliktir ve espriler düşler gibi uzlaşmalar yaratmazlar. Freud'a göre espri yapan kişide "bir bilinç öncesi düşüncesi bir an bilinç dışı bir revizyona uğratılır ve bunun sonucu hemen bilinçli algı tarafından yakalanır.
Rüya tümüyle toplumdışı zihinsel bir üründür. Başka bir kişiye iletilecek bir tarafı yoktur. Sadece rüyayı gören kişinin çatışmalarını, arzularını, korkularını ifade eder ve anlaşılmaya muhtaçtır. Çatışan güçler arasında bir uzlaşma olarak doğan Espri ise haz üretmeye yönelik olan tüm zihinsel işlevler arasında en sosyal olandır. Hazzı elde etmeye yöneliktir ve başka bir kişiye aktarılmalıdır. (Anlı, 2010, s. 93-94)
Araştırmacılar Freud'un mizah kuramını destekleyen kanıtlar bulmuştur. İnsanlar çoğu zaman, cinsellik ve saldırganlık içeren şakaları ve karikatürleri daha komik bulur. Ayrıca, hoşlanmadığımız bir insanı hedef alan şakalardan da daha çok keyif alırız. Düşmanca şakalar, düşmanlığı azaltmasa da gerginliği azaltır; bir fıkrayı komik bulmamız da espriyi duyana kadar yaşadığımız gerginlikle orantılıdır. Freud'un kuramını dolaylı olarak test eden araştırmalar, kahkahanın önemli psikolojik işlevlerinin olduğunu ortaya koymuştur. Örneğin bazı araştırmalar, kahkahanın gerginlikle başa çıkmak için etkili bir yöntem olduğuna dair genel kanıyı destekler. Kimi psikologlar mizahı, terapi uygulamalarına bile dahil etmişlerdir. (Burger, 2017, s. 135)
2.6. Kuramdan Uygulamaya: Psikanaliz
Freud yalnızca psikanalitik kuramın babası olmakla kalmamış, psikolojik rahatsızlıkları tedavi etmek için bir psikoterapi sistemi geliştiren ve bunu savunan ilk kişi olmuştur. Breuer'le çalışmalarının ilk yıllarında Freud rahatsızlıkların çoğunun fiziksel değil psikolojik kökenli olduğunu fark etmiştir. Hipnozla yaptığı deneyler aracılığıyla rahatsızlıkların nedenlerinin, beynimizin bilinç düzeyine kolaylıkla çıkmayan kısmında gömülü olduğunu anlamıştır. Daha sonra bu malzemeye ulaşmak için değişik yöntemler geliştirmiş, hipnozla başladığı bu süreci serbest çağrışımla devam ettirmiştir. Danışanlarının rahatsızlıklarının nedenlerini, insan kişiliğinin yapısını ve işleyişini anladıkça, psikolojik sorunları tedavi etmek amacıyla bir terapi sistemi geliştirmiştir. (Burger, 2017, s. 95)
Bu psikoterapi sistemine psikanaliz denir. Amaç, önemli bilinçaltı malzemeyi bilinç düzeyine çıkartmak ve mantıklı bir yöntemle incelemektir. Bilinçaltı malzeme bir kere bilinç düzeyine çıkınca, yeni bir hastalığa yol açmayacak biçimde, son derece dikkatlice ele alınmalıdır. Genellikle, psikanaliz uygulanacak danışan, bir koltuğa uzanır ve bu sırada terapist onun göremeyeceği bir yere oturur. Danışanın serbestçe konuşması istenir ve odadaki herhangi bir şeyin ve terapistin, serbest çağrışımı engelleyecek bir şey yapmasına izin verilmez. Ne yazık ki, bilinç ve bilinçaltı malzemenin katmanlarını ve bu sırada korkmuş olan benliğin yarattığı engelleri ve yanlış yönlendirmelerini aşmak, oldukça uzun bir süreçtir. Çoğu zaman danışanlar, belki de birkaç yıl sürecek olan ve her biri saatler süren haftalık oturumlara gelmek zorunda kalırlar. Sonuç olarak, geleneksel psikoterapi, pahalı ve yalnızca buna parası yetenlere açık bir yöntemdir. (Burger, 2017, s. 96)
Geleneksel psikanalizde bir diğer aşama da aktarımdır. Bu aşamada danışan, geçmiş deneyimlerindeki kişilere karşı duyduklarını terapiste yönlendirebilir. Örneğin danışan, terapist sanki ölmüş ebeveyniymiş gibi konuşup o şekilde davranabilir. Psikanalizde zamanın çoğu, rahatsızlığa neden olan bilinçaltı malzemeye ulaşmak için harcanır. Bu noktada terapist, çatışmayı bilinç düzeyinde çözmek ve bunu danışanın yeni kişiliğiyle bütünleştirmek için, duygusal açıdan kırılgan bir kişiyle çalışmaktadır. Başarılı tedavi, benliğin çatışmayı bastırmak için harcadığı psişik enerjinin salıverilmesini sağlar. Benliği özgürleşen kişi mutlu ve normal bir yaşam sürdürebilir. (Burger, 2017, s. 98)
3. Freud'cu Kuramın Güçlü Yönleri ve Eleştirisi
            Klinik psikologların ve kişilik araştırmacılarının hepsinin, Freud'un kuramının doğruluğu ve değeri konusunda bir düşüncesi vardır. Pek azı hiç sorgulamadan Freud'un gözlemlerini ve hipotezlerini kabul etse de Freud'cu görüşün taraftarları, Freud'un insan doğasının nasıl işlediğine ilişkin temel varsayımlarını kuvvetle savunur. Eleştirenler de değerlendirmelerinde bir o kadar ısrarcıdır. (Burger, 2017, s. 103)
3.1. Güçlü Yönleri
Freud'un görüşleri çağdaş kişilik kuramcıları tarafından tümüyle reddedilseydi bile yine de psikoloji tarihinde önemli bir yeri hak ederdi. Freud, insan davranışı ve kişiliği üzerine ilk kapsamlı kuramı oluşturmuştur.  Daha sonraki kişilik kuramcıları, kendi kuramlarının Freud'un kuramından nasıl farklı olduğunu ya da onda gördükleri yetersizlikleri nasıl giderdiğine işaret etme gereği duymuşlardır. Bu psikologların çoğu, temel psikanalitik kavramları ve varsayımları kullanarak, kuramlarını Freud'un oluşturduğu temel üzerine kurmuşlardır. Psikoloji tarihçilerinin çoğu, psikanalitik kuramın, onu takip eden uzun yıllar boyunca da kişilik kuramının yönünü belirlediğini söylerler. Kısacası, güncel kişilik yaklaşımları şu anda psikanalitik kuramdan çok uzaklaşmış olsalar da büyük olasılıkla Freud'un kişilik kavramından pek çok açıdan etkilenmişlerdir. (Burger, 2017, s. 104)
Freud önemli psikolojik ilkeleri ve kavramları tanıtmış ve bunların kullanımlarını arttırmıştır. Örneğin kaygı kavramı, çoğu psikoterapistin, kişilik kuramcısının ve psikolojinin farklı alanlarındaki araştırmacıların çalışmalarında önemli bir yere sahiptir. Günümüzde psikologlar tarafından araştırılan pek çok konu, Freud'cu bakış açısından uzaklaşmış olsa bile, kökeninde bir ya da birkaç Freud'cu kavrama dayanır. Bu kavramları yıllar önce psikolojinin konularına ekleyen Freud, kişilik araştırmalarını derinden etkilemiştir. (Burger, 2017, s. 104)
3.2.Eleştiriler
Freud'un görüşleri devrim niteliğinde olduğu için tıbbi ve akademik çevrelerde reddedilmiş olsa da bazı yazarlar Freud'un görüşlerinin o kadar da özgün ve çığır açıcı olmadığını iddia etmiştir. Örneğin, 1870 ve 1880 yılları arasında Avrupa'da, başlığında "bilinçaltı" kelimesi geçen en az yedi kitap basılmıştır. Kimi tarihçiler de Freud'un bilincin farklı düzeyleriyle, serbest çağrışımla ve çocuk cinselliğiyle ilgili yazılar yazan insanların çalışmalarına ulaşmış olduğunu söylerler Buna ek olarak, Freud'dan önceki dönemlerde yapılan araştırmalarda pek çok Freud'cu görüşe rastlanır. Örneğin, 1881 yılında ölen Rus romancı Fyodor Dostoyevski, yazılarında bilinçaltından güdülenmiş davranışları, rüyalardaki erotik simgeleri, kişinin kendinden kaynaklanan iç çatışmalarını, hatta Oedipus kompleksini ima eden bazı görüşlerden bahsetmiştir. (Burger, 2017, s. 105)
Buradan hareketle, Freud'un devrimsel görüşlerinin, zamanın Avrupa'sında o kadar da yeni ve yabancı olmadığı düşünülebilir. Bu noktada Freud'u savunmak için üç neden öne sürebiliriz: Birincisi, Freud açıkladığı konulara yakın konularda yapılmış çalışmaları her zaman referans göstermiştir. Özellikle ilk zamanlardaki yazılarında bu açıkça görülür. İkincisi, Freud birbiriyle ilişkili ama kopuk durumdaki görüşleri, insan davranışı kuramı altında bir araya getiren ilk kişidir. Bilinçaltı, rüya yorumu ve çocuk cinselliği gibi konular arasındaki ilişkiyi ayrıntılarıyla açıklayan bir kuram olmadan, bilim adamlarının bu konuları bu derece geliştirmeleri mümkün olmayabilirdi. Üçüncüsü, Freud kuramındaki değişik kavramları incelemek için yaşam boyu sürecek bir program başlatmıştır. Freud'un ve onu izleyenlerin danışanlarıyla yaptıkları çalışmalar, psikanalitik kuramın gelişmesi için gerekli verileri sağlamıştır. Freud'un getirdiği yeniliklerin çoğundan daha erken dönemlerde bahsedilmiş olsa bile, bir görüş öne sürmekle, birden fazla görüşü insan davranışını açıklayacak kapsamlı bir model haline getirmek, birbiriyle bütünleştirmek ve geliştirmek arasında büyük fark vardır. (Burger, 2017, s. 106)
            Freud'cu kurama getirilen ikinci eleştiri de kuramdan çıkarılan hipotezlerin çoğunun test edilememesidir. İyi bir bilimsel kuramın, desteklenebilen ya da desteklenemeyen hipotezler üretebileceği kıstasını anımsayalım. Eleştirmenler, Freud'un kuramının destekleyecek kanıtın bulunmasındaki zorluğa dikkat çekerler. Eğer hipotez yanlışlanamıyorsa, o zaman kesin bir şekilde doğrulanamaz da. Bu özellik, kuramın bilim adamlarının gözünde yararlılığını azaltır. (Burger, 2017, s. 106)
Freud'u savunacak olursak, kuramını desteklemek için kanıt bulmaya çalışmadığını söylemek mümkün değildir. Hatta kuramının çoğu kısmından "keşif", yani danışanlarının psikanalizin değişik aşamalarında söylediklerinin ayrıntılı olarak incelemesinden doğan ürünler olarak bahsetmiştir. Freud'cu kuramın bazı boyutlarının test edilmesi zor olsa da zorluğun bir kısmı, araştırmacının yeterli deneysel yöntemler geliştirememiş olmasından da kaynaklanabilir. (Burger, 2017, s. 106)
Freud, kuramının çeşitli boyutlarına kanıt olarak göstermek için vaka incelemelerini kullanmıştır bu da bir başka eleştiri konusu olmuştur.  Bu verilerin taraflı olma olasılığı çok yüksektir. Öncelikle Freud’un hastaları geneli temsil eden sıradan yetişkinler değillerdi. Çok zengin ve eğitimli Avrupalı ailelerden geliyorlardı ve bazı psikolojik rahatsızlıkları vardı. Bu hastaların beyinlerinin, psikolojik açıdan sağlıklı, sıradan bir yetişkinin beyniyle aynı şekilde işlediğini söylemek kolay değildir. İkinci nokta, danışanlarla ilgili bütün bilgilerin Freud tarafından bir süzgeçten geçirilmiş olmasıdır, Böylece Freud'un yalnızca kuramını destekleyen sözleri ve davranışları fark edip kaydetmesi, desteklemeyenleri önemsememesi ya da fark edememesi mümkündür. Üçüncü olarak, (bilinçli ya da bilinçaltından) Freud hastalarının duymak istediği şeyleri söylemelerine neden olmuş olabilir. Psikoterapi danışanları bazen, yetki sahibi kişinin söylediği her şeyi kabul etmeye açık ve o kişiyi memnun etmeye güdülenmiş olabilirler. Elbette bu eleştiri yalnızca Freud'a değil, terapist ve danışanının özel etkileşimini temel alan bütün vaka incelemelerine de yönlendirilebilir. Terapist söylenenleri kaydetmez ya da seansları dinlemek ve kendi izlenimlerini oluşturmak üzere başkalarını davet etmezse, veriler her zaman terapistin yorumuna ve etkisine açık olacaktır. Bir başka eleştiri, Freud'un kuramının tarzı ve vurgu noktalarına yöneliktir. Freud'un ilk takipçileri, Freud'un kişilik üzerindeki bazı önemli etkileri göz ardı ettiği ve yeteri kadar önemsemediği gerekçesiyle, daha sonra gruptan ayrılmış ve kendi kuramlarını oluşturmuşlardır. Örneğin bazıları, Freud'un beş yaşından sonra yaşanan deneyimlerin kişiliği etkilemedeki önemini fark etmediğini düşünüyordu. Diğerleri, Freud'un önemli toplumsal ve kültürel etkileri bir kenara bırakıp kişiliğin içgüdüsel temeline ağırlık vermesine karşı çıkıyordu. Bir grup da Freud’un kişiliğin günlük işleyişi ve olumlu yönleri yerine, psikolojik bozukluklara odaklanmasından hoşlanmıyordu. Pek çok psikanalitik düşünür, bu sınırlılıkları ve göz ardı edilenleri düzelten kuramlar geliştirmişlerdir. (Burger, 2017, s. 107)
Sonuç
Freud, Hebbel’den aldığı bir deyişi kullanarak kendini “dünyanın uykusunu kaçıran insanlardan biri” olarak tasvir etmiş, fikirlerinin çağdaşları tarafından nesnellik ve hoşgörüyle değerlendirilmesinin mümkün olmadığı yönünde bir tahminde bulunmuştu. (Glen Gabbard, 2015, s. 5)
Freud bir mucit, ya da bir kâşif miydi? O, aslında kendinden önce de birçok kişinin varlığını sezdiği, ancak bir türlü açıklayamadığı bir gerçeği en sistematik ve inandırıcı bir biçimde sunmuştur. Kanıtlarıyla birlikte yepyeni bir kavramı insan bilgisine sunuşundaki yeteneği onun üstün başarısını sağlamıştır. (Koptagel, 1997, s. 335)
Psikanaliz terimi ve Sigmund Freud adını modern dünyada bilmeyen yoktur. Fechner, Wundt ve Titchener gibi psikoloji tarihinde yer almış diğer parlak isimler psikoloji alanı dışındaki insanlar tarafından çok az tanınırken, Freud genel halk kitlesi tarafından bilinir. Freud'un düşünceleri öylesine etkili olmuştur ki, Freud'un ölümünden 40 yıl sonra, Newsweek dergisi, "20. yüzyıl düşüncesini onsuz hayal etmek çok zor olacaktır" şeklinde bir yorum yapmıştı. Sonuncusu ölümünden 60 yıl sonra olmak üzere, üç defa Time dergisine kapak olmuştur. Freud bizim kendimiz hakkında düşünme şeklimizi değiştirerek, uygarlık tarihinin ekseninde bulunan küçük bir grup insan içerisinde yer almıştır. (Duane P. Schultz, 2007, s. 565)
Öldüğü yıl olan 1939'a kadar Freud, yazdığı sayısız makaleyle önemli bir zihinsel hareketin önderi oldu; yıllar boyunca psikologlann, yazarların, anne babaların, hatta sıradan insanların bile düşüncelerini etkiledi. Freud'un bilinçaltına dönük kuramı çağdaş sinema­yı, tiyatroyu, romanı, politik kampanyaları, reklamları, yasal tartışma­ları, hatta dini bile derinden etkilemiştir. Dil ve Edebi­yat öğrencileri edebiyattaki temaları incelerken Freud'cu psikolojiyi öğrenir, teoloji öğrencileri Freud'un din üzerine görüşlerini tartışır, Fre­ud'dan dilimiz bile kurtulamamıştır. Freud'cu dil sürçmesi, inkâr, libi­do, bastırmak gibi kavramlar, günlük konuşmalarımızda sık sık kulla­nılırlar. Ancak belki de Freud'un etkisini en açık biçimde kanıtlayan şey, önemli kuramcıların hemen tamamının, ki­şilikle ilgili kendi görüşlerini açıklarken karşılaştırma noktası olarak Freud’un çalışmalarını seçmiş olmasıdır. (Burger, 2017, s. 76)
Zengin bir çeşitlilik ve karşıtlık arz eden kültürel bir atmosferde gelişen psikanalitik kuram, bir yandan anlamaya dayanan yorumsamacı yöntemleri kullanırken, daha derin teorik bir katmanda pozitivist yansızlık ve dışarıdan açıklamaya dayanan metapsikolojik bir çerçeve kurmuştur. Freud'un kafasındaki nihai hedefin, insan zihinsel faaliyetinin nörolojik bir açıklamasına ulaşmak olduğu bilhassa unutulmaması ve ısrarla hatırlatılması gereken bir konudur. Çünkü psikanalizin günümüzdeki yaygın algılanış ve takdim ediliş tarzı bu gerçeğin unutulması, bastırılması üzerine kurulmuştur. (Tura, 2010, s. 219)

Kaynakça

1.      Adler, A. (2006). İnsanı Tanıma Sanatı. (K. Şipal, Çev.) İstanbul: Say Yayınları.
2.      Anlı, İ. (2010). Psikanalize Giriş. İstanbul: Nobel Yayınları.
3.      Atkinson&Hilgard, E. E.-H. (2017). Psikolojiye Giriş (14 b.). (D. F. Öznur Öncül, Çev.) Ankara: Arkadaş Yayınları.
4.      Burger, J. M. (2017). Kişilik. (İ. D. Sarıoğlu, Çev.) İstanbul: Kaknüs.
5.      Challaye, F. (1973). Bütün Yönleriyle Freud ve Freud Doktrini. (D. H. Özgü, Çev.) İstanbul Fakülteler Matbaası.
6.      Cüceloğlu, D. (1996). İnsan ve Davranışı. İstanbul: Remzi Kitabevi.
7.      Duane P. Schultz, S. E. (2007). Modern Psikoloji Tarihi. (Y. Aslay, Çev.) İstanbul: Kaknüs Yayınları.
8.      Freud, A. (2011). Ben ve Savunma Mekanizmaları. (Y. Erim, Çev.) İstanbul: Metis .
9.      Freud, S. (1981). Cinsiyet Üzerine. (A. A. Öneş, Çev.) İstanbul: Say Yayınları.
10.  Freud, S. (1997). Psikanalize Yeni Giriş Dersleri (Cilt 2). (S. Budak, Çev.) Ankara: Öteki Yayınları.
11.  Freud, S. (2012). Espriler ve Bilinçdışı İle İlişkileri. (D. E. Kapkın, Çev.) İstanbul: Payel Yayınları.
12.  Geçtan, E. (2015). Psikodinamik Psikiyatri ve Normaldışı Davranışlar (22. Basım b.). İstanbul: Metis Yayınları.
13.  Glen Gabbard, B. L. (2015). Psikanaliz Temel Kitabı I ( Giriş ve Temel Kavramlar) (Cilt 1). (F. B. Helvacıoğlu, Çev.) İstanbul: Psikoterapi Enstitüsü Yayınları.
14.  Glen o. Gabbard, B. e. (2015). Temel Psikanaliz Sözlüğü. (T. Özakkaş, Çev.) İstanbul: Psikoterapi Enstitüsü Yayınları.
15.  Koptagel, P. D. (1997). Freud'un Çağdaş Bilime Katkısı. İstanbul: Güloğlu Yayınları.
16.  Nasio, J. D. (2008). Psikanalizin Yedi Büyüğü. (K. Sarıalioğlu, Çev.) İstanbul: Kırmızı.
17.  Öztürk, P. D. (2008). Psikanaliz ve Psikoterapi (4. b.). İstanbul.
18.  Prof. Dr. Banu Yazgan İnanç, M. B. (2007). Gelişim Psikolojisi. Ankara: Pegema Yayıncılık.
19.  Santrock, J. W. (2017). Yaşam Boyu Gelişim. (P. D. Yüksel, Çev.) İstanbul: Nobel Yayınları.
20.  Taşkın, D. E. (2009, 2). Psikanaliz ve Psikanalitik Psikoterapi. Turkiye Klinikleri J Psychiatry-Special Topics, s. 22.
21.  Tura, S. M. (2010). Freud'dan Lacan'a Psikanaliz. İstanbul: Kanat Kitap.
22.  Zweig, S. (2003). Freud ve Öğretisi. (E. Eliçin, Çev.) İstanbul: Papirus Yayıncılık.








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Haset ve Şükran

  Melanie Klein - Haset ve Şükran Çeviri: Orhan Koçak - Yavuz Erten Yayıncı: Metis  7.  Basım - İstanbul 2021 99 sayfa s. 9 Klein'ın kur...