12 Ocak 2024 Cuma

Haset ve Şükran

 




Melanie Klein - Haset ve Şükran

Çeviri: Orhan Koçak - Yavuz Erten

Yayıncı: Metis 

7.  Basım - İstanbul 2021

99 sayfa


s. 9 Klein'ın kuramını anlamak için onun, çocuğun (ve erişkinin) iç dünyasını sürekli olarak içselleştirilmiş nesne ilişkileri çerçevesinde düşündüğünü kaydetmek gerekir. İçe yansıtılmış nesneler, özdeşleşmeler ve erken fantezi oluşumları onun klinik uygulamanın temeline koyduğu kuramsal kavramlardır.

s.10  Klein'a göre bilinçdışı fantezi tüm ruhsal süreçleri temellendirir ve her türlü ruhsal işlevselliğe eşlik eder. Oysa Freud fantezi faaliyetinin dış dünyada uğranan düşkırıklıklarını, engellenmeleri telafi etmeye yönelik olduğunu düşünmüştü. Klein bilinçdışı fantezi faaliyetinin içgüdüsel işlevselliğin doğrudan bir ifadesi olduğunu düşünür. Çok daha faal ve dış dünyada olup bitenle alakalı bir bilinçdışıdır bu.

s.11  Kısaca özetlemek gerekirse Klein'a göre bilindışı fantezi faaliyeti dış dünyada yer alan güncel olaylara sızar ve bunlara anlamını verir (Klein, 1952). Bir başka şekilde söylersek güncel ilişkiler daima iç dünyada yer alan bilinçdışı fantastik ilişkiler çerçevesinde değerlendirilir, duygusal olarak yorumlanır.

Bu anlayışın içerimlerinden biri de çocuğun daha başlangıçtan itibaren gerçekliğe dönük olduğu, gerçeklikteki anne ile ilişki içinde olduğudur. Oysa Freud'a göre çocuk ancak dürtüsel engellenmelerden sonra gerçekliğe dönüyordu. Klein'a göre bebek içgüdüsel olarak onu bekleyen anneden haberdar olarak dünyaya gelir. Bebek kendi iç dünyasındaki ölüm içgüdüsüyle, yıkıcılıkla baş etmek için saldırganlığının bir bölümünü dış dünyadaki anneye yansıtır. Böylelikle dış dünyayı (ve anneyi) iyi ve kötü nesnelere bölünmüş olarak algılar. Erotik itkiler sebebiyle "iyi" nesne olarak, yardımcı nesne olarak algıladığı anneye sevgi yatırırken "kötü" nesneye saldırganlık yatırır. Bir başka deyişle çocuğun dünyayı kesin hatlarla bölerek "iyi" ve "kötü" şeklinde algılaması kendi içgüdüsel yapılanmasından gelir (Klein, 1952).

s.12  Dolayısıyla Klein'a göre suçluluk duygulan ve vicdan, cezalandırılma korkularından türemez. Saldırganlığın yöneldiği nesnenin aynı zamanda sevgi nesnesi olmasından türer. Yani çift-değerlilik insanın ulaştığı en yüksek düzeydir.

s. 13 Yansıtmalı özdeşleşme "erken ben"in kullandığı ilkel savunma mekanizmalarının en önemlilerinden biridir. Burada ben, saldırgan parçalarından birini, üzerinde kontrol sağlamak ve egemenlik kurmak için nesneye yansıtır ki paranoid zulmedilme kaygısı da buradan türer.

s.14  "Haset ve Şükran", Klein'ın en önemli yazılarından biridir. Bilindiği kadarıyla üç kez kaleme alınmış olan bu yazı insandaki iyi ve kötünün mücadelesini soyut bir metapsikolojiden hareketle değil, karmaşık içsel deneyimlere yakın bir noktadan ele almak bakımından da psikanaliz tarihinde önemli bir yer tutar. "Haset ve Şükran", her ne kadar Klein'ın bazı kuramsal kavramlarını sergilemek bakımından yetersizse de insan hakkındaki genel kavrayışını dile getirmek açısından son derece yetkindir.

s.17 - 18  Haset, bana göre, yıkıcı itkilerin oral-sadist ve anal-sadist bir ifadesidir; yaşamın başından beri etkilidir ve bünyesel  bir temeli vardır. Vardığım bu sonuçların Kari Abraham'ın çalışmalarıyla bazı önemli benzerlikler taşıdığı görülmüş olmalı; ama arada birtakım farklar da vardır. Abraham, hasetin oral bir özellik olduğunu görmüştü, ancak -ayrıldığımız nokta da buradadır- haset ve nefretin yaşamın daha geç bir döneminde, ona göre ikinci evreyi oluşturan oral-sadistik evrede harekete geçtiğini düşünüyordu. Abraham, şükrandan söz etmemiş, ama cömertliği oral bir özellik olarak betimlemişti. Ayrıca, anal öğelerin de hasette rol oynadığını düşünmüş ve bu öğelerin oral-sadistik itkilerden türediğini vurgulamıştı.

s.19 Freud'un çalışmalarından biliyoruz: Hastanın geçmişini, çocukluğunu ve bilinçdışını araştırmak, onun yetişkin kişiliğini anlamanın önkoşuludur. Freud, Oidipus kompleksini yetişkinlerde keşfetmiş ve bulduğu verilerden sadece Oidipus ilişkisinin içeriğini değil, kompleksin zamanlamasını da kurgulamıştı. Abraham da psikanalitik yöntemin temel özelliği haline gelen bu yaklaşıma kendi bulgularıyla önemli katkılar yaptı. Yine anımsamamız gerekir ki, Freud'a göre, zihnin bilinçli kısmı, bilinçdışının içinden çıkarak oluşur. Ben de, önce küçük çocukların sonra da yetişkinlerin analizinden elde ettiğim verileri bebekliğin ilk dönemlerine kadar götürürken, psikanalizde artık iyi bildiğimiz bu yöntemi uyguladım. Küçük çocuklarla ilgili gözlemler, Freud'un buluşlarını doğruluyordu. Sanırım, çok daha erken bir evreye, yaşamın ilk yılına ilişkin olarak vardığım sonuçlar da bir noktaya kadar gözlemle doğrulanabilir. Hastalarımızın bize sunduğu malzemeye dayanarak yaşamın daha önceki evreleriyle ilgili ayrıntıları kurgulama hakkı -hatta zorunluluğu- Freud'un şu cümlelerinde çok iyi anlatılmıştır:

 Biz, hastanın unutulmuş yıllarını yansıtan bir resmin peşindeyiz; öyle bir resim ki hem güvenilir olacak hem de hiçbir önemli öğeyi dışarıda bırakmayacak ... [Psikanalistin] giriştiği kurgulama işi, ki isterseniz yeniden-kurgulama da diyebilirsiniz buna, arkeologun yıkılmış ve toprak altında kalmış bir iskan alanını ya da bir yapıyı ortaya çıkarmak için yaptığı kazı çalışmalarını andırır. İki süreç aynıdır aslında, şu farkla ki analist daha iyi koşullarda çalışmaktadır ve elinin altında daha çok malzeme vardır, çünkü yıkılmış ve silinmiş bir şeyle değil, hala canlı olan bir şeyle uğraşmaktadır; tabii bunun başka nedenleri de olabilir. .. Ama tıpkı arkeologun binanın duvarlarını ayakta kalabilmiş temellerden yeniden kurması, sütunların sayısını ve yerini zemindeki çöküntülerden çıkarması ve duvar süslemeleriyle resimlerini enkaz yığınıyla birlikte toprağa karışmış kalıntılardan kurgulaması gibi, analist de kendi sonuçlarını analiz edilenin davranışlarından, bellek kırıntılarından ve çağrışımlarından çıkarır. İkisi de, elde olanları birbirine ekleme ve birleştirme yoluyla yeniden kurgulama hakkına sahiptir. Üstelik ikisi de aynı güçlüklerin ve hata kaynaklarının etkisi altındadır... Analist, daha önce de söylediğimiz gibi, arkeologdan daha elverişli koşullarda çalışmaktadır, çünkü kazılarda bir karşılığını bulamadığımız bazı malzemeler de vardır elinin altında: Çocukluk çağından kalma tepkilerin tekrarlanması ve genel olarak da aktarımın bu tekrarlarla ilgili olarak ortaya koyduğu her şey ... Bütün bu esaslar korunmuştur; unutulduğu sanılan şeyler bile bir yerde bir şekilde duruyordur, sadece gömülmüş ve öznenin onlara ulaşması imkansızlaşmıştır. Aslında, bildiğimiz gibi, herhangi bir ruhsal yapının büsbütün silinip yok olabileceği çok kuşkuludur. Gizlenmiş olanı bütünüyle ışığa çıkarıp çıkaramayacağımız sadece analiz tekniğine bağlıdır (Freud 1938).

s.20 - 21 Bütün çalışmalarımda, çocuğun ilk nesne ilişkisine -annenin memesi ve annesiyle ilişkisine- büyük önem verdim. Vardığım sonuç şuydu: Eğer bu içe yansıtılan ilksel nesne ben'de yeterince güvenli bir biçimde kök salabilirse, olumlu bir gelişimin temelleri de atılmış olur. Bu bağın kuruluşuna doğuştan gelen etkenler de katkıda bulunur. Oral itkilerin egemen olduğu bir durumda, meme de, içgüdüsel bir biçimde, besin kaynağı ve dolayısıyla daha derin bir anlamda yaşamın kaynağı olarak algılanır. Eğer her şey yolunda giderse, doyurucu memeyle bu zihinsel ve fiziksel yakınlık, yitirilmiş olan o doğum öncesi anne-bebek birliğini ve buna eşlik eden güven duygusunu bir ölçüde yeniden kurar. Bu, çocuğun memeye ve onun simgesel temsilcisi olan şişeye yeterince yatırım yapma yetisine bağlıdır büyük ölçüde; bu gerçekleştiğinde, anne de sevilen nesne haline gelir. Doğum öncesi durumda çocuğun annenin bir parçası olması, ona bütün ihtiyaç duyduklarını ve arzuladıklarını verebilecek kendi dışında bir şeyin bulunduğu yolunda bünyesel bir duygu da yaratmış olabilir çocukta. Böylece iyi meme içe yansıtılır ve benin bir parçası olur; başlangıçta annenin içinde olan çocuk şimdi anneyi kendi içinde taşımaktadır.

 Doğum öncesi durumun bir birlik ve güvenlik duygusu içerdiği doğrudur ama, bu duygunun sağlamlığı annenin ruhsal ve fiziksel koşullarına, hatta doğmamış çocuktaki henüz araştırılmamış bazı etkenlere bağlı olmalıdır. Öyleyse, doğum öncesi duruma duyulan evrensel özlemin, kısmen, idealleştirme ihtiyacının bir ifadesi olduğunu da düşünebiliriz. Bu özlemi idealleştirme açısından incelediğimizde, kaynaklarından birinin, doğumla birlikte başlayan o şiddetli zulmedilme kaygısı olduğunu görürüz. O zaman şöyle bir spekülasyona da uzanabiliriz: Kaygının bu ilk biçimi, belki de doğmamış çocuğun sıkıntılı deneyimlerine kadar uzanıyordur ve bu deneyimler de, anne karnındaki güvenlik duygusuyla birlikte, çocuğun anneyle iki yönlü ilişkisinin (iyi meme-kötü meme) çekirdeğini oluşturmaktadır.

Memeyle kurulan ilk ilişkide dışsal etkenlerin çok önemli rolü vardır. Eğer doğum zor geçmişse ve özellikle oksijen yetersizliği gibi sorunlar yaşanmışsa, dış dünyaya uyarlanma sürecinde bir sarsıntı olur ve memeyle ilk ilişki elverişsiz koşullarda başlar. Bu durumda bebeğin yeni doyum kaynaklan bulma ve yaşama yeteneği de zedelenir, bunun sonucunda da gerçekten iyi olan bir ilksel nesneyi yeterince içselleştiremez. Bunun ötesinde, çocuğun yeterli bakım görüp görmediği, annenin çocuğa bakmaktan gerçekten hoşlanıp hoşlanmadığı ya da kendisinin de kaygılı olup olmadığı ve çocuğu besleme konusunda bazı ruhsal güçlükler yaşayıp yaşamadığı gibi etkenler de çocuğun sütü zevkle kabullenme ve iyi memeyi içselleştirme yeteneğini etkiler.

s.22 - 23  Mutlu deneyimlerin yanında kaçınılmaz üzüntü ve gücenmeler de vardır çocuğun yaşamında; bunlar, sevgiyle nefret arasındaki, daha temelde de yaşam ve ölüm içgüdüleri arasındaki doğuştan gelen çatışmayı körükler, bir iyi bir de kötü meme olduğu duygusuna yol açar. Bu yüzden, erken duygusal yaşam, iyi nesneyi yitirme ve yeniden kazanma duygusuyla belirlenmiştir. Sevgiyle nefret arasında doğuştan gelen bir çatışma olduğunu öne sürmekle şunu da söylemiş oluyorum: Şiddeti kişiden kişiye değişse de ve başından beri dış koşullarla etkileşim içinde olsa da, hem sevgi yetisi hem de yıkıcı itkiler bir ölçüde bünyeseldir.

İlksel iyi nesne olan anne memesinin ben çekirdeğini oluşturduğu ve ben gelişiminde çok önemli bir rol oynadığı hipotezini bundan önce de sık sık öne sürmüş ve bebeğin memeyi ve sütü içselleştirmeyle ilgili duygularını betimlemiştim. Aynı zamanda bilmeliyiz ki, bebeğin zihninde memeyle annenin başka parçalan ve özellikleri arasında çok kesin olmayan bir bağ da kurulmuştur.

Memenin bebek için sadece fiziksel bir nesne olduğunu kabul etmiyorum. Bebeğin bütün içgüdüsel arzuları ve bilinçdışı fantezileri, sağladığı gerçek fiziksel beslenmenin çok ötesinde bazı özellikler yüklüyordur memeye.

s.24 - 25   Haset, kıskançlık ve açgözlülük arasındaki farkları görmek gerekir. Haset, arzulanan bir şeyin başka birine ait olduğu ve bize değil de ona haz verdiği inancının yol açtığı kızgın bir duygudur; hasetli itki, o istenen şeyi sahibinden çekip almaya ya da bozmaya, kirletmeye yönelir. Şu da var: Haset, öznenin sadece bir kişiyle olan ilişkisiyle ilgilidir ve kökeni de anneyle o herkesi dışlayan en eski ilişkide yatıyordur. Kıskançlık da hasete dayanır, ama öznenin en az iki kişiyle ilişki içinde olmasını gerektirir: Özne, kendi hakkı olan sevginin rakibi tarafından elinden alındığına ya da alınma tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğuna inanıyordur. Kıskançlığın günlük kullanımında, sevilen kişiyle özne arasına bir üçüncü kişi girmiştir.

 Açgözlülükse özneyi sürekli uyaran ama doyurulması imkansız bir istektir, hem öznenin ihtiyacından hem de nesnenin verebileceğinden fazlasına yönelen bir istek. Açgözlülük, bilinçdışı düzlemde, memeyi boşaltmaya, kurutuncaya kadar emip tüketmeye ve tümüyle yutmaya yönelir esas olarak; başka bir deyişle, amacı yıkıcı içe yansıtmadır. Oysa haset sadece böyle bir gaspla sınırlı kalmaz; aynı zamanda, anneye ve öncelikle memesine kötülük koymak, kötü dışkıları ve benliğin kötü parçalarını anneye ve memesine yerleştirmek ister. Bunun anlamı, annenin yaratıcılığının bozulması, tahrip edilmesidir. Üretral-sadistik ve anal-sadistik itkilerden kaynaklanan bu süreci, başka bir yerde, yaşamın başından beri sürüp giden yansıtmalı özdeşleşmenin yıkıcı bir yönü olarak tanımlamıştım.5 Açgözlülükle haset arasında temel bir farklılık -çok kesin bir sınır çizgisi çekilemeyeceğini bilsek de- açgözlülüğün esas olarak içe yansıtmayla, hasetinse yansıtmayla bağlantılı olmasıdır.

Kısa Oxford Sözlüğü'ne göre, kıskançlık, aslında bizim hakkımız olan bir "iyi"nin başka biri tarafından alınmasını ya da ona verilmesini içerir. Bu bağlamda, "iyi"nin temelde iyi meme, anne ya da sevilen bir insan olarak yorumlanmasından yanayım. Crabb'in lngilizce Eşanlamlı Sözcükler' ine göre, " . . . kıskançlık, elinde olanı yitirmekten korkar; hasetse, kendi istediğinin bir başkasında olduğunu gördüğü için acı duyar. .. Hasetli kişi, haz ve memnuniyet görüntülerinden sıkıntı duyar. Ancak başkalarının sefaleti huzur verir ona. Bu yüzden, hasetli kişiyi tatmin etmeye yönelik her tür çaba nafiledir. " Kıskançlık, Crabb'e göre, "nesnesine bağlı olarak, soylu ya da aşağılık bir duygu olabilir. Birinci durumda, korkuyla bilenmiş rekabettir. İkinci durumdaysa, korkunun körüklediği açgözlülüktür. Hasetse her zaman aşağılık bir duygudur, en kötü duyguları da peşinden sürükler. "

Kıskançlık karşısındaki genel tavır, hasete gösterilen tavırdan farklıdır. Hatta bazı ülkelerde (özellikle Fransa'da) kıskançlık nedeniyle işlenen cinayetlere daha az ceza verilir. Bunun temelinde, rakibi öldürmenin ancak sadakatsiz kişiye sevgi duyma durumunda söz konusu olabileceğine ilişkin evrensel bir seziş yatmaktadır. Bu da, yukarıda söylenenler ışığında, "iyi"ye sevgi duyulduğu ve sevilen nesneye hasette olduğu gibi zarar verilmediği anlamına gelir.

s.28 - 29 Bu ilkel hasetin aktarım durumunda canlandığını sık sık görmüşüzdür. Analistin yaptığı yorumla hastayı rahatlattığı ve ruh halinin umutsuzluktan umut ve güvene dönüşmesine yardımcı olduğu durumları düşünelim: Bazı hastalarda (veya tek bir hastanın belirli dönemlerinde) bu yararlı yorumun bir süre sonra yıkıcı eleştirilere hedef olduğunu görürüz. Yorum, hastanın aldığı (ve böylece zenginleştiği) iyi bir şey olmaktan çıkmıştır artık. Eleştiri önemsiz noktalarda da yoğunlaşabilir; yorum niçin daha önce verilmemiştir; üstelik çok uzundur ve hastanın çağrışım zincirini bozmuştur; ya da çok kısadır ve analistin hastayı yeterince anlamadığını gösteriyordur. Hasetli hasta, analistin başarısını kıskanır; ve bir de analistin ve yaptığı yardımın kendi hasetli eleştirileriyle bozulup değersizleştiğini hissederse, analisti bir iyi nesne olarak yeterince içe yansıtması imkansızlaşır; o zaman yorumlarına gerçekten inanması ve onları özümsemesi de mümkün olmaz. Gerçek iknada, daha az hasetli hastalarda" sık sık gördüğümüz gibi, alınan armağan için şükran duymak da vardır. Hasetli hasta, verilen yardımı değersizleştirdiği için suçluluk da duyabilir ve bu da onu analizden yararlanmaya layık olmadığı duygusuna götürebilir.

Söylemek gereksiz, hastalarımız bize çeşitli eleştiriler yöneltebilir ve bunların bazılarında haklı da olabilirler. Ama bir hastanın yararını hissettiği analitik çalışmayı küçültme ve değersizleştirme ihtiyacı bir haset belirtisidir. Aktarım durumunda, ilk evrelerde karşılaştığımız duygusal durumları hastanın ilksel deneyimlerine kadar izlediğimizde hasetin kökenini de keşfedebiliriz. Yıkıcı eleştiri, bazı paranoid hastalarda belirgindir: Analistin çalışması onları bir ölçüde rahatlatmıştır, ama yine de analizi aşağılamaktan sadistçe bir zevk alırlar. Bu türden hastalarda hasetli eleştiri ilk bakışta görülebilir; bazılarındaysa, yine çok önemli bir rol oynadığı halde, söze dökülmez, hatta bilince çıkmaz. Böyle vakalarda kaydedilen ilerlemenin yavaşlığının da hasete bağlı olduğunu kendi çalışmalarımdan biliyorum. Anlarız ki, hastanın analizin değeriyle ilgili kuşku ve kararsızlıkları aslında ortadan kalkmamıştır. Hasta, benliğinin hasetli ve düşmanca kısmını bölerek ayırmıştır ve analiste hep daha makbul sandığı yönlerini göstermektedir. Ama bu bölünüp ayrılmış parça analizin gelişimini etkilemeye devam edecektir ve zaten analizin nihai başarısı da bütünleşmeyi sağlamasına ve kişiliğin tamamına seslenebilmesine bağlıdır. Başka bazı hastalar da eleştiriden kafa karışıklığı yoluyla kaçmaya çalışırlar. Sadece bir savunma değildir bu kafa karışıklığı; aynı zamanda hastanın kararsızlığının da ifadesidir: Analist hala iyi bir figür müdür, yoksa hastanın düşmanca eleştirisi yüzünden hem kendisi hem de sunduğu yardım kötüleşmiş midir? Bu kararsızlığın anne memesiyle ilişkide yaşanan ilk sarsıntıya bağlanabileceğini düşünüyorum. Paranoid ve şizoid mekanizmaların gücü ve hasetin basıncından ötürü sevgiyle nefreti ve dolayısıyla da iyi nesneyle kötü nesneyi birbirinden ayrı tutmayı başaramayan bebek, başka bağlamlarda da iyi ile kötüyü birbirine karıştırmaya yatkın olacaktır.

s.31  Annenin fazla telaşlı ve kaygılı bir tavırla bebeğe her ağladığında süt vermesi de çok yararlı değildir; bebek annenin kaygısını hisseder ve bu da kendisininkini artırır. Çocukken yeterince ağlamalarına izin verilmediği için yakınan yetişkinler de gördüm; kaygı ve gücenmelerini yeterince ifade etme (ve böylece rahatlama) imkanı bulamadıkları için hayıflanıyorlardı; ne saldırgan itkileri ne de depresif kaygıları bir çıkış yolu bulabilmişti. Abraham da, manik-depresif hastalığa yol açan etkenlerden söz ederken hem fazla engellenmeden kaynaklanan hüsrana hem de aşırı ilgi ve hoşgörüye değinmiştir. Aşırıya kaçmayan bir engellenme, aynı zamanda bebeğin dış dünyaya uyarlanmasını ve gerçeklik duygusunun gelişmesini sağlayan bir itici güç oluşturur. Belli ölçüleri aşmayan bir engellenmenin ardından gelen doyurulma, bebeğe kendi kaygısıyla başa çıkabildiği duygusunu da verebilir.

s.32 - 33 Açgözlülük, haset ve zulmedilme kaygısı birbiriyle ilişkilidir ve kaçınılmaz olarak birbirini şiddetlendirir. Hasetin nesneye zarar verdiği duygusu, bunun yol açtığı büyük kaygı ve sonuçta nesnenin iyiliği konusunda bir kararsızlığın doğması nedeniyle açgözlülük ve yıkıcı itkiler de güçlenir. Özne, sonunda nesnenin her şeye karşın iyi olduğunu gördüğünde de, onu daha da açgözlü bir biçimde arzulayacak ve içine alacaktır. Besin için de geçerlidir bu. Analiz sırasında sık sık gördüğümüz bir durum vardır: Hastalar, nesneye karşı çok ikircikli duygular besledikleri ve dolayısıyla analistin ve analizin değerinden de kuşkuya kapıldıkları anlarda, kaygılarını hafifleten herhangi bir yoruma sanılabilmekte ve o anda iyi olduğunu hissettikleri şeyin azamisini alabilmek için de seansı uzatmaya çalışmaktadırlar. (Öte yandan, bazı insanlar da kendi açgözlülüklerinden çok korktukları için seansı tam zamanında bitirmeye çalışırlar.)

İyi nesneye sahip olduklarından kuşku duyan ve kendi duygularının iyiliği konusunda kararsız kalan insanlar da açgözlü ve gelişigüzel özdeşleşmelere yatkın olurlar; böyle insanlar kolayca etki altında kalırlar, çünkü kendi yargılarına güvenmiyorlardır. 

Haset yüzünden içlerinde bir iyi nesne geliştiremeyen bebeklere karşılık, sevgi ve şükran yetisi yüksek olan bir çocuğun iyi nesneyle köklü bir ilişkisi vardır; ve bu yüzden de, sevilen ve iyi bakılan çocuklarda bile zaman zaman ortaya çıkabilen o geçici haset, açgözlülük ve gücenme durumlarını fazla yara almadan geçiştirebilir. Bu olumsuz ruh hallerinin geçici olması, iyi nesnenin hep yeniden kazanıldığını gösterir. İyi nesnenin yerleştirilmesinde ve dengeli, güçlü bir benin temellerinin atılmasında çok önemli bir etkendir bu geçicilik. Anne memesiyle ilişki, gelişim süreci içinde, insanlara, değerlere ve davalara bağlılığın da temelini oluşturur ve başlangıçta ilksel nesneye duyulan sevginin bir bölümü böylece massedilir.

 Sevgi yetisinin çok önemli bir türevi de şükran duygusudur. Bu duygu, iyi nesneyle ilişkinin gelişmesinde vazgeçilmez bir etkendir ve aynı zamanda kişinin hem başkalarındaki hem de kendisindeki iyiliği görmesini sağlar.

s.34  Bebeğin gerçekten zevk alması ve memnun olabilmesi için sevgi yetisinin yeterince gelişmiş olması gerekir; şükranın temelini oluşturan da bu zevk ve memnunluktur. Freud, bebeğin süt emmekten duyduğu mutluluğun cinsel doyumun ilk örneği olduğunu söylemişti . Bence bu yaşantılar sadece cinsel doyumun değil, daha sonraki bütün mutlulukların da temelini oluşturur ve bir başka insanla bütünleşme duygusunu mümkün kılar. Böyle bir bütünleşme, kişinin gerçekten anlaşıldığı anlamına gelir ki, her türlü aşk ya da dostluk ilişkisinin koşuludur. Eğer sahiciyse böyle bir anlayışın söze dökülmesi de gerekmez; ve bu da onun konuşma-öncesi dönemde anneyle kurulan o ilk yakınlıktan türediğini gösterir. Memeyle ilk ilişkiden tam olarak zevk alma yeteneği, çeşitli kaynaklardan alınacak başka zevklerin de temelini oluşturur.

Bu huzurlu ve kesintisiz beslenme deneyiminin sık sık tekrarlanması halinde, iyi memenin içe yansıtılması da görece güvenli bir şekilde gerçekleşecektir. Memedeyken yaşanan eksiksiz doyum ve memnunluk, bebeğin anneden eşsiz bir armağan aldığını ve onu korumak istediğini gösterir. Şükranın temeli de budur. Şükran, iyi figürlere duyulan güvenle de ilişkilidir.

s.35  Memede doyum ve kabullenme deneyimi yinelendiği ölçüde haz ve şükran deneyimlerinin sıklığı ve yoğunluğu artar ve dolayısıyla karşıdakine haz verme isteği güçlenir. Bu yinelenen deneyim şükranın en derin kaynağıdır; onarım yapma yetisinin gelişmesinde ve her türlü yüceltmede önemli bir rol oynar. Yansıtma ve içe yansıtma süreçleri, iç zenginliğin dışa verilmesi ve yeniden içe yansıtılması, benin de zenginleşmesini ve derinleşmesini sağlar. Böylece yardımsever iç nesne sürekli olarak yeniden kurulur ve şükran da tam anlamıyla devreye girer.

s.35-36  İnsanlarda, hasetin aslında en büyük günah olduğuna ilişkin bilinçdışı bir duygu vardır, çünkü haset yaşamın kaynağı olan iyi nesneyi kirletiyor, bozuyor ve yaralıyordur. Chaucer da Vaizin Öyküsü'nde bunu söyler: "Haset, hiç kuşkusuz en büyük günahtır; çünkü bütün öbür günahlar sadece bir erdeme karşı günah işler, oysa haset her türlü erdeme ve bütün iyiliklere karşıdır." İlksel nesneyi yaralamış ve tahrip etmiş olma duygusu, bireyin daha sonraki ilişkilerinin içtenliğine duyduğu güveni zedeler, kendi sevme ve iyilik yetisinden kuşkulanmasına yol açar.

Hepimiz fark etmişizdir: Bazı şükran davranışları aslında sevgi yetisinin değil, suçluluk duygularının ürünüdür. Böyle suçluluk duygularıyla gerçekten köklü bir şükran arasındaki ayrımı n önemli olduğuna inanıyorum. Ama bu, en içten şükran duygularına bile hiçbir suçluluk öğesinin karışmadığı anlamına da gelmez.

Gözlemlerim bana şunu da göstermiştir: Önemli karakter değişmeleri -yakından bakıldığında bunların karakter bozulmaları olduğu ortaya çıkar- ilk nesnelerini sağlamca yerleştiremeyen ve ona karşı şükran duygularını sürdüremeyen kişilerde daha sık görülür.

 s.37 İddiamı berraklaştırmak için erken bene ilişkin görüşlerime başvurmak zorundayım. Benin, doğum-sonrası yaşamın başından beri var olduğuna inanının; gelişmemiştir henüz, bütünlükten yoksundur, ama yine de vardır. Bu en erken evrede bile bazı önemli görevler üstlenmiştir. Freud'a göre, benin bir de bilinçdışı bölümü vardır; benim varsayımımdaki erken ben de bu bilinçdışı kısımla ilişkili olabilir. Freud benin baştan beri var olduğunu düşünmemiştir, ama organizmaya yakıştırdığı görevlerden biri kanımca ancak ben tarafından yerine getirilebilir.

s.40 -41 benliğin bölünmüş parçalarının nesneye yansıtıldığı aşın yansıtmalı bir özdeşleşme, benlikle nesnenin birbirine karıştırılmasına ve nesnenin benliğin yerini almasına yol açar. Burada ben zayıflamış v e nesne ilişkilerinde ciddi bir rahatsızlık baş göstermiştir.

Sevme yeteneği güçlü olan bebeklerin idealleştirme ihtiyacı, yıkıcı itkileri ve zulmedilme kaygılan başat olan bebeklerinkinden daha azdır. Aşın idealleştirme, zulmedilme kaygısının asıl etken olduğunu gösterir. Yıllarca önce küçük çocuklarla yaptığım çalışmalarda farkına vardığım bir olgudur bu: İdealleştirme, zulmedilme kaygısının uzantısıdır -ona karşı bir savunmadır- ve ideal meme de yiyip bitirici memenin karşılığıdır.

 ...

 Bazı insanlar, aşın hasetten kaynaklanan iyi nesne edinme yetersizlikleriyle başa çıkmak için nesneyi idealleştirme yoluna saparlar. Bu ilk idealleştirme oldukça kırılgandır, çünkü iyi nesne karşısında duyulan haset, sonunda nesnenin idealleştirilmiş yanma da yönelecektir. Aynı şey daha sonraki nesnelerin idealleştirilmesi ve onlarla kurulan özdeşleşmeler için de geçerlidir; aynın gözetmeden kurulan bu özdeşlikler çoğu zaman dengesizdir. Açgözlülük bu ayrımsız özdeşleşmelerde önemli bir etkendir, çünkü her şeyin en çoğunu alma ihtiyacı seçme ve ayrım yapma yeteneğini zedeler. Bu yeteneksizlik, ilksel nesneye ilişkin olarak ortaya çıkan iyi-kötü karışıklığıyla da bağlantılıdır.

 s. 42 İlksel iyi nesneyi görece güvenli bir biçimde kurabilmiş olan kişiler, nesnenin kusurlarını görseler de ona duydukları sevgiyi sürdürebilirler; bunu yapamamış olanların aşk ve arkadaşlık ilişkilerindeyse sürekli bir idealleştirme ihtiyacı görülür. İdealleştirmeye dayanan ilişki çökmeye yatkındır; sevilen nesnenin yerine sık sık bir başkasını geçirme zorunluluğu doğar; çünkü hiçbiri beklentileri tam karşılayamıyordur. Eskiden idealleştirilen kişi zulmedici bir figür olarak görülmeye başlanır (bu da idealleştirmenin temelde zulmedilme kaygısının karşılığı olduğunu ortaya koyar) ve öznenin hasetli ve eleştirici düşünceleri bu kişiye yansıtılır. Çok önemli bir nokta da şudur: Benzer süreçler kişinin iç dünyasında da işliyordur; çok tehlikeli nesnelerle dolmuştur iç dünya. Bütün bunlar kişinin dış ilişkilerinde bir dengesizliğe yol açar. Daha önce ayrımsız özdeşleşme bağlamında söz ettiğimiz zayıf benin bir özelliği de budur.

İyi nesneyle ilgili kuşkular güvenli bir anne-çocuk ilişkisinde bile kolayca ortaya çıkabilir; bunun tek nedeni çocuğun anneye çok bağımlı olması değildir; aynı zamanda, kendi açgözlülüğüne ve yıkıcı itkilerine yenik düşmekten kaygılanıyordur çocuk - depresif durumlarda önemli bir etkendir bu kaygı. Yaşamın her evresinde, kaygının basıncı altında, iyi nesneye duyulan güven ve inancın sarsılması mümkündür; ancak, benin kendini yeniden bütünleştirmeyi ve iyi nesnelerini yeniden güvenli bir biçimde yerleştirmeyi başarıp başaramayacağını belirleyen etken, bu tür kuşku, küskünlük ve zulmedilme durumlarının yoğunluğu ve süresidir.20 İyiliğin varlığı konusunda beslenen umut ve güven, günlük yaşamda hep görüldüğü gibi, kişilerin zorlukları aşarak zulmedilme kaygısına başarıyla karşı koymalarını sağlar.

s.43 Aşın hasetin sonuçlarından biri de erken başlayan suçluluk duygusudur. Eğer ben daha taşıyacak gücü yokken vakitsiz bir suçluluk duyarsa, bu suçluluk bir zulmedilme deneyimi olarak yaşanır; suçluluk uyandıran nesne de bir zulmedici nesneye dönüşür. O zaman bebek de ne depresif kaygının ne de zulmedilme kaygısının derinlemesine çalışmayla içinden geçebilir, çünkü bu ikisi birbirine karışmıştır. Birkaç ay sonra, depresif konum ortaya çıktığında, daha bütünleşmiş ve güçlenmiş benin suçluluk acısını taşıma ve buna uygun savunmalar geliştirme -esas olarak, onarım yapma- yetisi de daha büyük olacaktır.

En erken evrede (demek paranoid-şizoid konumda) vakitsiz bir suçluluğun zulmedilme duygusunu artırarak çözülmeyi hızlandırmasının bir sonucu, depresif konumun içinden derinlemesine çalışmayla geçme çabasının yenilgiye uğramasıdır.

s.44 - 45 Aşırı haset yeterli oral doyumu engeller ve böylece genital arzu ve eğilimlerin şiddetlenmesine yol açar. Bunun anlamı, bebeğin çok erken bir evrede genital doyum aramaya yönelmesidir; böylece oral ilişki genitalleşir ve genital eğilimlere de çok fazla oral sıkıntı ve kaygılar karışır. Genital duyum ve arzuların doğumdan itibaren geçerli olabileceğini bundan önce de sık sık öne sürmüştüm; örneğin, erkek bebeklerde çok erken bir evrede penis sertleşmesi olduğu bilinir. Ama bu duyumların vaktinden önce ortaya çıkışı bunun daha ötesinde bir durumun varlığını gösterir: Genital eğilimler, normal olarak oral arzuların egemen olmasının beklendiği bir dönemde oral eğilimlere müdahale etmektedir.22 Burada yine erken bir dönemde yaşanan kafa karışıklığının etkilerini, oral, anal ve genital arzu ve fantezilerin birbirine karışarak belirsizleşmesinde ifade bulan bir bulanıklığın etkilerini hesaba katmamız gerekir. Hem libidonun hem de saldırganlığın bu farklı kaynaklarının bir ölçüde birbirine karışması normaldir. Ama bu karışma, bu eğilimlerin her birinin egemenliğini kendi özgül gelişme evresinde yeterince hissetme yetisini engelleyecek noktaya varırsa, o zaman hem daha sonraki cinsel yaşam hem de yüceltmeler olumsuz biçimde etkilenmiş olur. Orallikten kaçış üzerine kurulmuş bir genitallik güvensiz ve dengesizdir, çünkü oral hazzın sakatlanmasından doğan kuşkular ve hayal kırıklıkları da bu genitalliğe devredilmiştir. Genital eğilimlerin oral önceliğe müdahalesi, genital alanda doyumu güçleştirir ve çoğu zaman saplantılı masturbasyona ve aşın seks düşkünlüğüne yol açar. Çünkü ilksel hazzın eksikliğinden ötürü genital arzulara zorlantılı öğeler karışmıştır ve bu da bazı hastalarda görüldüğü gibi bütün faaliyetlere, düşünce süreçlerine ve ilgilere cinsel duyumların girmesine yol açabilmektedir. Bazı bebeklerde, genitalliğe kaçış, çiftdeğerli duyguların yöneldiği ilk nesneye duyulan nefret ve zarar verme isteğine karşı bir savunmadır aynı zamanda. Genitalliğin vaktinden önce başlaması, suçluluğun erken doğmasıyla da ilgili olabilir ve genel olarak paranoid ve şizoid vakalarda görülen bir durumdur.

s. 46 İçsel ve dışsal gerginlikler, hem benliğe hem de nesneye duyulan güvensizlikle birlikte depresyonu da kışkırtabilir. Ancak bana göre gelişmiş bir kişiliğin ölçütü de bu türden depresif durumlardan çıkarak içsel güvenlik duygusunu yeniden kazanma yeteneğidir. B una karşılık, çoğu zaman görülebildiği gibi kişinin duygularını katılaştırarak ve depresyonu yadsıyarak depresyonla başa çıkmaya çalışması, bebekliğin depresif konumunda kullanılmış olan manik savunmalara doğru bir gerileme olacaktır.

s.48  (Bildiğimiz gibi, hasetin nesnesi büyük ölçüde oraldir.) Erkek çocuklar, nefretlerinin büyük bölümünü anneden kaydırır ve anneye sahip olduğu için kıskandıkları babaya yöneltirler; tipik Oidipus kıskançlığı budur. Kız çocuklardaysa, babaya duyulan genital arzu çocuğun anneden başka bir sevilen nesne bulması anlamına gelir. Böylece kıskançlık bir ölçüde hasetin yerini alır; anne asıl rakip haline gelmiştir. Kız çocuk annenin yerini alarak sevilen babanın anneye verdiği bebeklere sahip olmak ve onlara bakmak ister. Bu rolde anneyle kurulan özdeşlik, çocuğun yüceltme alanını da genişletir. Şunu görmek gerekir: Kıskançlık yardımıyla derinlemesine çalışarak hasetin içinden geçilmesi, aynı zamanda hasete karşı önemli bir savunmadır. Çocuk, kıskançlığın hasetten çok daha kabul edilebilir bir duygu olduğunu, ilk iyi nesneyi tahrip eden hasete oranla çok daha az suçluluk verdiğini hissetmiştir.

s.50   Freud, kız çocuğun annesiyle ilişkisinin daha sonra erkeklerle ilişkileri açısından ne kadar önemli olduğunu göstermiştir. Anne memesine duyulan hasetin baba penisine aktarılması, kız çocukta eşcinsel bir eğilimin güçlenmesiyle sonuçlanabilir. Başka bir sonuç da oral ilişkinin yol açtığı şiddetli kaygı ve çatışmalardan ötürü kızın birdenbire memeden penise dönmesi olabilir. Temelde bir kaçış mekanizmasıdır bu; dolayısıyla ikinci nesneyle sağlam ve dengeli ilişkiler kurulmasını da sağlamaz. Eğer kaçışın temel nedeni anneye duyulan haset ve nefretse, bu duygular kısa sürede babaya aktarılır ve böylece onunla kalıcı ve sevgiden beslenen bir ilişki kurulması da imkansızlaşır. Anneyle hasetli ilişki aynı zamanda çok şiddetli bir Oidipus rekabetinde ortaya koyar kendini. Bu rekabetin asıl nedeni babaya duyulan sevgi değil, annenin babaya ve penisine sahip olmasıdır. Memeye duyulmuş haset böylece bütünüyle Oidipus durumuna aktarılır. Baba (ya da penisi) annenin bir eklentisine dönüşmüştür ve kız da bu yüzden annesini ondan yoksun bırakmak istemektedir. Böylece kızın daha sonra erkeklerle ilişkisinde yaşadığı her başarı, bir başka kadına karşı kazandığı bir zafer olur. Görünür bir rakip olmadığında bile geçerlidir bu, çünkü o zaman da rekabet erkeğin annesine yöneltilmiştir. (Kaynana-gelin çatışmalarını düşünelim.) Eğer erkek esas olarak başka bir kadına karşı kazanılacak bir zaferi temsil ediyorsa ve sadece bu yüzden değerliyse, zafer kazanıldıktan sonra kadın ona ilgisini hemen yitirebilir. Öteki kadına karşı tavır da bu durumda şu sözlerle özetlenebilecektir: "Sen (annemin yerini tutarken) o harika memeye sahiptin ve onu benden esirgiyordun, ama ben hala onu senden çalmak istiyorum; bu yüzden çok değer verdiğin o penisi alıyorum senden. " Nefret edilen rakibeye karşı bu zaferi tekrarlama isteği çoğu zaman hep başka erkeklerin aranması yönünde güçlü bir etken oluşturacaktır.

s. 52  Bazı kadın hastalarımda, çeşitli derecelerdeki cinsel soğukluğun penise karşı huzursuz bir tavrın sonucu olduğunu ve bunun da esas olarak ilksel nesneden kaçışa dayandığını gördüm. Anneyle iyi bir ilişkiden kaynaklanan oral doyum yetisi, genital orgazm yeteneğinin de temelidir (Freud).

Erkeklerde de anne göğsüne duyulan haset çok önemli bir etkendir. Eğer güçlüyse ve bu yüzden oral doyum zayıflamışsa, nefret ve kaygılar vajinaya aktarılır. Normalde genital gelişim erkek çocuğun anneyi bir sevgi nesnesi olarak korumasına imkan sağlarken, oral ilişkideki derin bir rahatsızlık, kadınlara karşı genital tutumda ciddi zorluklara yol açar. İlkin göğüsle sonra da vajinayla olan rahatsız ilişkinin farklı sonuçları vardır; genital iktidarın zayıflaması, genital doyuma yönelik zorlantılı bir ihtiyaç, cinsel ilişki düşkünlüğü ve eşcinsellik bunlardan bazılarıdır.

Öyle görünüyor ki, eşcinselliğe bağlı suçluluk duygusunun bir kaynağı, anneden yüz çevirmiş ve babayla (ve penisiyle) bir olup ona ihanet etmiş olma düşüncesidir. Hem Oidipus evresinde hem de yaşamın sonraki dönemlerinde bu "sevilen kadına ihanet" öğesi, açıkça eşcinsel nitelikte olmasa bile erkeklerle ilişkilerde rahatsızlık gibi bazı sonuçlar doğurabilecektir. Öte yandan, sevilen bir kadına karşı duyulan suçluluğun ve buna eşlik eden kaygının çoğu zaman o kadından kaçma isteğini ve eşcinsel eğilimleri güçlendirdiğini de gözlemişimdir.

s.53 Hasetin yaratıcılığı hedef alan bozucu etkinliğine Milton'un Yitik Cennet'inden örnek verilebilir. Tanrı'ya haset duyan Şeytan, Cennet'i gaspetmek istemektedir; Cennet'teki göksel yaşamı bozmak, kirletmek üzere Tanrı'ya savaş açar ve Cennet'ten atılır; öteki düşmüş melekleriyle birleşir ve Cennet'e rakip olarak Cehennem'i kurar. Artık Tann'nın yarattığı her şeyi tahrip etmeye yönelen yıkıcı güç haline gelmiştir. Bu teolojik düşüncenin Aziz Augustinus'dan geldiğine inanılır; Augustinus, yıkıcı bir güç olan Haset'e karşı yaratıcı bir güç olarak tanımlamıştır Yaşam'ı. Bu bağlamda, Korintoslulara Birinci Mektup'ta da şöyle denir: "Sevgi, haset duymaz."

s.55-56 Yapıcı eleştirinin kaynaklan farklıdır; karşıdaki kişiye yardım etmeyi ve işini kolaylaştırmayı amaçlar. Bazen, işleri tartışılmakta olan kişiyle güçlü bir özdeşleşmeden kaynaklanır böyle bir eleştiri; annece ve babaca duygular da işe karışabilir; çoğu zaman kişinin kendi yaratıcılığına duyduğu güven, haseti önleyen başlıca etkendir.

Özellikle hasete yol açan bir etken de başkalarının görece hasetsiz olmasıdır. Haset duyulan kişinin aslında en çok değer verilen ve arzulanan şeye sahip olduğu seziliyordur: Bir iyi nesne ve onun uzantısı olan iyi bir kişilik ve zihinsel sağlık. Üstelik, başkalarının yaratıcı çalışmalarından ve mutluluğundan diş bilemeksizin zevk alabilen kişi, hasetin, gücenmenin ve zulmedilme duygusunun azabından da muaf demektir. Oysa haset ağır bir mutsuzluk kaynağıdır; sakin ve doygun ruh hallerinin -son kertede, çılgınlıktan kurtulmuşluğun- temelinde göreli bir hasetsizlik yatıyordur. Büyük felaketlerden ve şiddetli ruhsal acılardan sonra yeniden huzura kavuşabilen kişilerde gördüğümüz o dayanıklılığın, o içsel gücün de temeli budur. Böyle yatışmış, dingin bir tavır, geçmişin hazlarına şükran duyulmasını ve bugünün verebileceklerinden zevk alınmasını içerir. Yaşlı insanları gençliğin bir daha ele geçirilemeyeceği düşüncesine alıştıran ve gençlerin yaşamına ilgi duymalarını sağlayan da budur. Ana-babaların çocuklarında ve torunlarında kendilerini bir kez daha yaşamaları olgusu -eğer aşın sahiplenici bir tavrın ve çocuklara yansıtılmış hırs ve iddiaların ifadesi değilse- burada anlatmak istediğim tavrın en iyi örneğidir. Kendilerinin de yaşamın deneyimlerinden ve zevklerinden pay almış olduğunu hissedebilenlerde, yaşamın sürekliliğine inanma yetisi daha büyük olur. Böyle bir kabullenme yetisinin -fazla acı duymadan, ekşimeden, üstelik haz duyma gücünü de elden bırakmadan, kaçınılmaz olanı kabul etme yetisinin- kökleri kişinin bebeklik dönemindedir ve bebeğin fazla haset duymadan anne memesinden zevk alabilmiş olmasına bağlıdır. Bebeklik döneminde yaşanan mutluluk ve kişiliği zenginleştiren iyi nesne sevgisi, bence haz duyma ve yüceltme yetilerinin asıl kaynağıdır ve etkileri yaşlılık döneminde de hissedilir. "Ömrünün başlangıcıyla sonu arasında anlaşma olan kişi mutludur," demişti Goethe. "Başlangıç", anneyle mutlu ilişkidir bence; bütün yaşam boyunca nefret ve kaygıyı bu ilişki hafifletir ve insana yaşlılığında bile destek ve tatmin duygusu verir. İyi nesneyi sağlam ve güvenli bir biçimde kurabilmiş bir bebek, yetişkinlik döneminde kayıplara ve yoksunluklara karşı telafiler geliştirebilir. Hasetli kişi bütün bunları kendisinin hiçbir zaman elde edemeyeceği şeyler olarak görecektir, çünkü tatmin olması imkansızdır. Böylece haseti daha da artar.

s.72  Sık sık belirttim, tekniğimin odak noktasını kaygıyla ilgili yaklaşımım oluşturuyor. Ancak her kaygı, en başından itibaren, ona karşı geliştirilmiş savunmayla birlikte var olur. Daha önceki bir bölümde de söylediğim gibi, benin ilk ve öncelikli işlevi, kaygıyla uğraşmaktır. Hatta şu da söylenebilir: İçteki ölüm içgüdüsünün uyandırdığı ilksel kaygı, benin doğumdan itibaren çalışmaya başlamasında temel etken bile olabilir. Ben, kaygının yol açtığı acı ve gerilime karşı sürekli korur kendini; bu yüzden de doğum-sonrası yaşamın en başından itibaren birtakım savunmalardan yararlanır. Yıllardır savunageldiğim bir görüş de şudur: Benin kaygıya dayanma yetisi -bu yetinin azlığı veya çokluğu- bünyesel bir etkendir ve savunmaların gelişmesinde çok önemli bir rol oynar. Eğer kaygıyla başa çıkma yetisi eksikse, ben gerileyerek daha önceki savunmalara dönebilecek ya da içinde bulunduğu evreye denk düşen savunmaları aşırı kullanma yoluna gidebilecektir. Bunun sonucunda, zulmedilme kaygısı ve onunla başa çıkma yöntemleri öylesine gelişebilir ki, derinlemesine çalışarak depresif konumun içinden geçme çabası aksayabilir. Bazı vakalarda, en çok da psikotik özellikler gösterenlerde, başından beri o kadar nüfuz edilmez görünen savunmalarla karşılaşırız ki, bunları analiz etmek bir süre imkansız görünür.

s.98  Karakter analizi her zaman analitik terapinin çok önemli ve çok zor bir boyutu olmuştur. Ancak, karakter oluşumunun belli yönlerini burada betimlediğim erken süreçlere kadar izlemek yoluyla bazı vakalarda çok köklü karakter ve kişilik değişmelerinin sağlanabileceğine inanıyorum.

s.99 Şöyle de özetleyebiliriz bütün bu süreci: Zulmedilme kaygısının ve şizoid düzeneklerin etkisi azalmıştır; hasta depresif konumu derinlemesine çalışma faaliyetini sürdürebilmektedir. Bir iyi nesne kurma konusundaki o ilk yetersizlik bir ölçüde aşılınca haset azalır ve hastanın zevk alma ve şükran yeteneği adım adım artar. Bu değişmeler hastanın kişiliğinin hemen her yönü için belirleyicidir; en erken duygusal yaşantılar da hastanın olgunluk deneyimleri de bu süreçten pay alacaktır. Hastalarımıza yardım etmek için uğraşırken bize en çok umut vaat eden yol, erken dönemin sarsıntılarını n tüm gelişim üzerindeki etkisinin analizidir bence. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Haset ve Şükran

  Melanie Klein - Haset ve Şükran Çeviri: Orhan Koçak - Yavuz Erten Yayıncı: Metis  7.  Basım - İstanbul 2021 99 sayfa s. 9 Klein'ın kur...