13 Kasım 2023 Pazartesi

Freudyen Psikolojiye Giriş

 



Prof. Dr. Calvin S. Hall - Freudyen Psikolojiye Giriş 

Çeviri: Ersan Devrim

Yayıncı: Kaknüs

3.  Basım - İstanbul 2016

127 sayfa


s.19

Freud için psikanalizin tedaviye yönelik tarafı, bilimsel ve teorik tarafına göre ikincil düzeyde idi. Tedavinin, bilimi yutmasını istemiyordu. Bu sebeple bizim de bu kitapta psikolojinin  teorik sistemi olan Freudyen psikoloji ile bir psikoterapi metodu olan psikanalizi ayrı tutmamız daha akıllıca olacaktır. 

Doktor, psikiyatrist, bilim adamı, psikolog; Freud bunların tümüydü. Fakat o aynı zamanda bir filozoftu da. Bununla ilgili bir ipucunu, onun 1896'da bir arkadaşına yazdığı mektupta görebiliriz: "Gençken en çok arzuladığım şey felsefe bilgisine sahip olmaktı; hiçbir şeyi bu kadar çok istememiştim ve şimdi bu hasretimi tıptan psikolojiye geçerek giderme yolundayım."

s.20

Freud'un felsefi merakları, profesyonel veya akademik filozoflarınki gibi değildi. Onun felsefesi sosyal ve insaniydi: Bir hayat felsefesinin kurulmasına yönelmişti. Almanların, bununla ilgili özel bir kelimesi vardı. Buna, "dünya görüşü" anlamına gelen "weltanschauung" diyorlardı. Freud, metafizik veya din üstüne kurulu bir felsefe yerine hayatın felsefesine inanıyordu. Edinilmeye değer bir hayat felsefesinin insanın doğasının gerçeği üstüne, yani bilim ve araştırma yoluyla edinilebilecek bir bilgi üstüne kurulmuş olmasının gerektiğine inanıyordu. 

Freud, psikanalizin yeni bir weltanschauung'un geliştirilmesi için gerektiğine inanmıyordu. Ona göre bu sadece, bilimsel dünya görüşünün topyekun insan çalışmaları haline gelecek şekilde dönüştürülmesi için gerekliydi. Freud'un hayatla ilgili kendi felsefesi bir cümleyle ifade edilebilir: "Bilim yoluyla bilgi." 

Freud'un insan doğasıyla ilgili olarak bizzat edindiği bilgiler onu hem bir pesimist hem de bir eleştirici yapmıştı. İnsanlığın geneli hakkında fazla bir umudu yoktu. İnsanın doğasındaki irrasyonel güçlerin çok kuvvetli olduğunu, bu sebeple de rasyonel güçlerin onlarla baş etmesinin çok zor olduğunu düşünüyordu. Küçük bir azınlığın mantık doğrultusunda yaşayabileceğini ancak pek çoğunun ise gerçekler yerine kendi hayalleri ve batıl inançları ile yaşamaktan mutlu olduğunu düşünüyordu. Freud pek çok hastasının, mantığın çekici gücünü ve sebebleri anlamak yerine, hayallerini korumak için amansız bir savaşın içinde olduğunu görüyordu. İnsanlar, kendi haklarındaki gerçeği öğrenmemek için direniyorlardı. Bu pesimistik bakış açısı, Freud'un pek çok eserine temel oluşturmuş bir ruh halidir. Bu durum, pek çok eserinin arka planında sezilse de Bir Yanılsamanın Geleceği (The Future of Illusion) isimli kitabında son halini almış ve belirgin bir şekilde anlaşılırdır.

s.28

İd sadece ırkların tarihi açısından kadim değil, bireyin hayatında da kadimdir. Kişiliğin üzerine kurulu olduğu bir temeldir. İd çocuksu karakterini tüm yaşam süresince aynen muhafaza eder. Gerilime toleransı yoktur, hemen giderilmesini ister. Israrcı, uyarıcı, irrasyonel, asosyal, bencil ve haz düşkünüdür. Kişiliğin şımarık çocuğudur. O, her şeye güç yetirir çünkü arzularını hayal, fantezi, halüsinasyon ve rüyalarla giderebilen sihirli bir kudrete sahiptir. Uçsuz bucaksız olduğu söylenir çünkü bir okyanus gibi içinde her şeyi barındırır. Kendisi hariç, hiçbir dış olguyu tanımaz. İd, geçerli tek şeyin haz peşinde koşma ve acıdan sakınma olduğu subjektif bir gerçeklik dünyasıdır. 

Freud, idin, kişiliğin karanlıkta kalan ve ulaşılması mümkün olmayan bir parçası olduğunu ve hakkında bilinen çok az şeyin, rüyalardan ve nörotik semptomlardan öğrenilebileceğini idrak etmiştir. Ancak idi bireyin içgüdüsel olarak yaptığı her eylemde görebiliriz. Örneğin bir insan, içgüdüsel eylemi sonucu cama taş atarsa, birine yolda çarparsa veya tecavüzde bulunursa, o insan idin hakimiyeti altındadır. Buna benzer olarak zamanının çoğunu hayal dünyasında geçiren ve gökyüzünde şatolar kuran bir insan da yine idin kontrolü altındadır.

s.29 

Uyumlu bir insanda ego kişiliğin başkanıdır, idi ve süperegoyu yönetir ve kontrol eder, dış dünya ile olan pazarlığı kişiliğin tüm çıkarları ve fazla abartılmış ihtiyaçları doğrultusunda sürdürür.

s.31

Kişiliğin üçüncü ana öğesi süperego, kişiliğin ahlaki veya yargılayıcı bölümüdür. Gerçek olandan çok ideal olanı temsil eder ve gerçeklik veya hazdan çok mükemmeliyet için uğraşır. 

 s.35

Eğer idin, bir evrim vergisi ve bireyin biyolojik gelişiminin psikolojik temsilcisi olduğu ve egonun da bireyin kendisinin objektif gerçeklik ile girdiği ilişkinin bir sonucu ve daha yüksek bir zihinsel süreç düzeyi olduğu düşünülürse süperegonun da toplumsallaşmanın bir ürünü ve kültürel değerlerin bir aracı olduğu düşünülebilir. 

Okuyucu, burada açıklanan bu üç sistem arasında kesinkes bir sınır çizgisinin olmadığım aklında tutmalıdır. İsimlerinin farklı olması, bunların ayrı ayrı birimler olduğu anlamına gelmez. İd, ego ve süperego kavramları, kendi başlarına hiçbir şeyi belirlemezler. Bunlar sadece, kişiliğin bütünü içindeki farklı süreçlerin, işlevlerin, mekanizmaların ve dinamizmin, kısa ve öz bir şekilde adlandırılmış halleridir. 

 s.49

Önceliği ahlaki değerleri olan bir kişinin süperegosu ahlaki değerlerden yoksun olduğu düşünülen kişilere saldırarak idi için de bir tatmin sağlayabilir. Ahlaki değerler yüzünden katliamların yapıldığı, hatta bunların çok büyük boyutlara ulaşabildiği bilinmektedir. Buna örnek olarak engizisyonların insanlık dışı uygulamalarını, insanların cadı olduğuna inanılarak yakılmasını ve Naziler tarafından yapılan toplu katliamları gösterebiliriz. Bu sadist saldırıların hepsi, sözde, en yüksek ahlaki değerler için yapılmıştır. Ancak aslında, ilkel id güçlerinin ifadesini temsil eder. Bu tür durumlarda süperegonun id tarafından bozulduğu, bir çeşit rüşvetle kandırıldığı söylenebilir.

 s.50

Yazılarından birinde Freud, psikanalizi, "zihinsel hayatı isteklerle onların kontrol edilmesi arasındaki etkileşime indirgeyen dinamik bir kavrayış" olarak tanımlamıştır. İstek güçlerine kateksis, kontrol eden güçlere de anti kateksis denir. 

Gördüğümüz gibi idde sadece kateksis varken egoda ve süperegoda ayrıca anti kateksisler de vardır. Aslında ego ve süperego, idin tedbirsiz ve düşüncesiz eylemlerini kontrol etme gereksiniminden dolayı mevcuttur. 

s.59

Ölüm içgüdüsünün en yüksek amacı, inorganik maddenin durağanlığına gerilemektir. Freud, dünyanın evriminin inorganik formdaki maddeler üzerinde etkili olan kozmik güçlerin canlı yaşam formlarına dönüştüğü evresinde tüm canlı maddelere ölüm içgüdüsünün yerleştirildiğini öne sürer. Muhtemelen bu ilk canlılar çok kısa bir süre için yaşamış ve sonrasında, daha önceki inorganik durumlarına dönmüştür. Bu aşamada yaşam, dışsal uyarılma ile olağan seyri sekteye uğratılmış, huzursuz edilmiş bir durumdadır. Bu huzursuzluk sona erip de olağanlığa dönüldüğünde yaşam kıvılcımı sönüp gitmiştir. Hayatın yaradılışını çevreleyen bu şartların sonucunda, inorganiğe dönüş organiğin bir amacı haline gelmiştir.

s.60

Dünyanın evriminin devam etmesiyle yeni enerji şekilleri, yaşam döngüsünün uzamasını sağlayan daha uzun süren huzursuzluklar yaratmıştır. En sonunda da canlılar kendilerini yeniden üretecek gücü kazanmıştır. Evrimin bu noktasında yaşamın yaratılması, dışsal uyarılmalardan bağımsız bir hale gelmiştir. Her ne kadar üreme içgüdüsü yaşamın devamını garanti etmişse de ölüm içgüdüsünün varlığı, hiçbir canlının sonsuza kadar yaşayamayacağı anlamına gelmektedir. Yaşamın en nihai kaderi daima inorganiğe dönmektir. Freud yaşam sürecinin ölüme doğru giden dolambaçlı bir yol olduğuna inanmıştır.

s.61

Enerjinin yaşam içgüdüleri tarafından kullanılan şekline libido denir; ancak Freud ölüm içgüdülerine herhangi bir tanımlayıcı isim vermemiştir. Önceki yazılarında Freud, "libido" terimini cinsel enerjinin karşılığı olarak kullanmış ancak daha sonra, kendi ürettiği motivasyon teorisi üzerinde yaptığı değişiklerden sonra libidoyu, tüm yaşam içgüdülerinin enerjisi olarak tanımlamıştır. 

s.63 - 64

Anksiyete, kokma hissiyle aynı anlama gelir. Freud anksiyete kelimesini korkuya tercih etmiştir; çünkü korku genelde dış dünyada var olan bir şeye karşı duyulan bir hissi ifade eder. Freud, kişinin dış tehlikelerden olacağı kadar iç tehlikelerden de korkabileceğini fark etmiştir. Freud, gerçekliğe ilişkin veya objektif anksiyete, nörotik anksiyete ve ahlaki anksiyete olmak üzere üç çeşit anksiyeteden söz etmiştir. Bu üç tip anksiyete arasında nitelik açısından hiçbir farklılık görülmez. Zaten sahip oldukları tek özellik, rahatsız ediciliktir. Tek fark geldikleri kaynaklardır. Gerçeklik anksiyetesinde tehlikenin kaynağı dış dünyadadır. Kişi zehirli bir yılandan, silahlı bir insandan veya kontrolden çıkan bir arabadan korkabilir. Nörotik anksiyetede tehdit idin içgüdüsel nesne seçimindedir. Burada kişi, kendisine zararlı olabilecek bir eylemde bulunmasına veya  bir şeyi düşünmesine sebep olabilecek kontrol edilemez bir isteğe yenilmekten korkmaktadır. Ahlaki anksiyetede ise tehlikenin kaynağı süperego sisteminin vicdanıdır. Kişi, benlik ülküsünün standartlarına aykırı bir şey yapmaktan veya düşünmekten dolayı vicdanı tarafından cezalandırılmaktan korkmaktadır. Kısaca özetlemek gerekirse egonun deneyimlendiği üç tip anksiyete; dış dünyadan korkma, idden korkma ve süperegodan korkmadır. 

Bu üç tip anksiyete arasındaki ayrım, anksiyete durumunda olan kişinin bunun, yani anksiyete yaratan durumun, gerçek kaynağının farkında olduğu anlamına gelmez. Kişi dış dünyadaki bir şeyden korktuğunu düşünürken aslında korkusu içgüdüsel tehlikeden veya süperego tehdidinden kaynaklanıyor olabilir. Örneğin, keskin bıçakları tutmaktan korkan bir insan, bu korkusunun keskin bıçakların doğası gereği tehlikeli olmasından kaynaklandığını düşünebilir. Ama aslında onu korkutan, bıçak elindeyken saldırgan bir hale gelerek birisine zarar verebileceği tehlikesidir. Bunun gibi, yüksek yerlerin objektif olarak tehlikeli olmasından dolayı yüksek yerlerden korktuğunu düşünen kişi, aslında, vicdanının bu ortamı fırsat bilerek onu günahlarından dolayı cezalandırmak üzere aşağıya atacağından korkmaktadır. Bir anksiyete durumunun kaynağı birden fazla olabilir. Nörotik ve objektif anksiyetenin bir karışımı veya ahlaki ve objektif anksiyetenin bir karışımı yahut nörotik ve ahlaki anksiyetenin bir karışımı olabilir. Bu üçünün karışımı da olabilir.

s.66 - 67

Nörotik anksiyete üç şekilde sergilenir. İlk olarak kendini hemen hemen her uygun çevresel oluşuma iliştiren, serbest dolaşan tipte bir tedirginlik vardır. Bu tip anksiyete, her zaman kötü bir şeyin olmasını bekleyen gergin bir insanın en temel özelliğidir. Böyle bir kimsenin kendi gölgesinden bile korktuğunu söyleyebiliriz. Yani, daha doğru bir tabirle, kendi idinden korktuğunu söyleyebiliriz. Gerçekte korktuğu şey, daimi olarak ego üzerine bir baskı uygulayan idin egonun kontrolünü ele geçireceği ve onu bir acizlik durumuna indirgeyeceğidir. 

Nörotik anksiyetenin gözlemlenebilir bir diğer şekli de yoğun bir irrasyonel korkudur. Bunun adı fobidir. Fobinin ayırt edici özelliği, korkunun yoğunluğunun, kişinin korktuğu gerçek nesneye oranla ölçüsüz olmasıdır. Fare, yüksek yerler, kalabalık, düğmeler, lastik, karşıdan karşıya geçmek, bir grup insanın önünde konuşmak, su veya ampüller -ve daha niceleri- bilinen fobilerden sadece bir kısmıdır. Bu saydıklarımızın her birinde, anksiyetenin başlıca etkeninin dış dünya yerine id içinde bulunmasından dolayı korku irrasyonel bir haldedir. Fobinin nesnesi, içgüdüsel bir memnuniyete doğru yapılan bir kışkırtmayı temsil eder veya herhangi bir şekilde içgüdüsel nesne seçimi ile ilişkilidir. Her nörotik korkunun arkasında, kişinin korktuğu nesneye karşı idin ilkel bir arzusu vardır. Kişi korktuğu şeyi veya bununla ilişkili olan veya korkulan nesne tarafından sembolize edilen bir şeyi ister. 

 s.68

 ...kişiliğinin bir bölümü, bir diğer bölümüyle savaş halindedir. İd "Ben istiyorum" derken, süperego "Ne kadar iğrenç" ve ego da "Korkuyorum" demektedir. Bu şema, pek çok güçlü korku için genel bir açıklama teşkil edebilir.

 s.70 -71

... nörotik anksiyetenin sadece nörotik insanlara özgü bir şey olmadığıdır. Normal diye adlandıracağımız kişiler bile bir nörotik anksiyete deneyimi yaşayabilirler; ancak nörotik anksiyete bu insanların hayatlarını, nörotik insanlarda olduğu kadar kontrol etmez. Zaten, bir nörotik insanla normal insan arasındaki fark bu kontrolün ne derece etkili olduğuyla alakalıdır ve aradaki sınır çizgisi de oldukça belirsizdir.

...

Hayatın büyük tezatlarından biri de erdemli bir kişinin erdemsiz kişiye göre daha kolaylıkla kendinden utanabilmesidir. Bunun aslında çok basit olan sebebi, kötü bir şey yapmayı düşünmenin bile erdemli bir kimsenin utanç duyması için yeterli olmasıdır. Kendisi üzerinde otokontrol uygulayan kişi, içgüdüsel gerilimlerini deşarj edebileceği başka yolları olmayacağı için içgüdüsel kışkırtmalarını inceden inceye düşünmek durumundadır. Daha az erdemli bir kişinin süperegosu güçlü değildir, bu sebeple de ahlaki değerlere aykırı bir şey düşündüğünde veya yaptığında, vicdanının sızlaması olasılığı da azdır. Suçluluk duyguları, idealist bir kişinin, içgüdüsel fedakarlıkları için ödediği bedeldir.  

s.78 

Bizler daima, bizim gibi özellikleri olan insanlarla özdeşleşmek isteriz. Bu tür bir özdeşleşmeye narsistik özdeşleşme adı verilir. 

 ...

Narsistik özdeşleşme, nesne seçimi ile karıştırılmamalıdır. Nesne seçimi yapan kişi bunu, o nesneyi istediği için yapar. Narsistik özdeşleşmede ise kişi istediği nesneye zaten sahiptir; onun kateksisi, sadece, aynı şeylere sahip olan kişileri bir yerde toplamaktadır. Erkeklerin diğer erkeklerle özdeşleşmeleri, bazı ortak nitelikleri paylaşmalarından dolayıdır. Ancak erkeklerin kadınlarla ilişkisinde kateksis devreye girer çünkü kadınlar erkekler için çeşitli gerilimlerin azaltılması işlevini görür. 

Eğer narsisizm faktörü çok güçlüyse kişi, kendini andıran bir aşk nesnesi seçerek tatmin bulur. Bir kişinin heteroseksüellik yerine homoseksüelliği seçmesinin veya bir erkeğin maskulen bir kadınla veya bir kadının feminen bir erkekle evlenmesinin sebebi budur. Narcissus'un da yaptığı gibi böyle bir kişi, kendisinin yansıyan imgesine aşıktır. 

Tüm nesne seçimlerinin, bir noktaya kadar narsisizmden etkilendiğini düşünmek mümkündür. Örneğin, iki insan herhangi bir açıdan birbirine benzemedikçe birbirlerine aşık olmayacaklardır. Genelde, aynı sosyal sınıftan olanlar ve zevkleri ve ilgi alanları benzer olanlar birbirlerine aşık olacak ve evleneceklerdir.

s.79 - 80

Narsistik özdeşleşme, aynı gruptan olan üyeler arasında oluşan bağlardan da sorumludur. Bir grubun üyeleri, aynı gruba üye olmak gibi en azından tek bir ortak yanlarının olmasından dolayı birbirleriyle özdeşleşirler. İki veya daha fazla kişinin ortak olduğu noktalar olduğunda -ki bu fiziksel veya zihinsel bir ilgi alanı, bir değer yargısı, sahip olunan bir şey, aynı kulübe üyelik, vatandaşlık gibi bir özellik olabilir- bu kişiler birbirleriyle özdeşleşme meyili gösterir. İki insan, aynı şeyleri istediklerinden dolayı birbirleriyle özdeşleşebilirlerse de arzulanan nesneyi sahiplenme konusunda kavga edebilirler. Düşmanlar veya karşıtlar arasında böyle bir çekimin olmasından söz etmek biraz çelişkili olabilir ancak böyle çekimler de mevcuttur. Düşmanlar bazen arkadaş olabilir ve bazen de rekabet, iş birliğine dönüşebilir. Polis hırsız ile, hırsız da polis ile özdeşleşebilir. 

İkinci tip özdeşleşme, anksiyete ve engellenmeden kaynaklanır. Örneğin, sevilmek isteyen bir genç kızın düştüğü durumu düşünelim. Aşık olan arkadaşlarını görür ve onlarda olup da kendinde olmayan şeyin ne olduğunu merak etmeye başlar. Arkadaşlarını taklit etmeye, böylece de onların eriştiği hedeflere erişmeye karar verir. Bu tür bir özdeşleşme, yani engellenmiş bir kişinin başarılı olan bir kişiyle başarılı olabilmek amacıyla özdeşleşmesine, hedef güdümlü özdeşleşme denir. 

Hedef güdümlü özdeşleşmeler çok yaygın olup kişilik gelişiminde çok büyük bir yer tutar. Bir erkek çocuğu, babası kendisinin başarmayı istediği amaçlara ulaşabiliyorsa her geçen gün babasına biraz daha benzeyecektir. Bir kız çocuğu da, yine, aynı amaç ve istekler doğrultusunda annesine benzeyecektir. Öte yandan eğer anne ya da baba çocuğun istediği amaçları gütmüyorlarsa çocuk, kendine yakıştıracağı modelleri başka yerlerde aramaya başlayacaktır. Filmlerin bu kadar popüler olmasının sebeplerinden biri, seyircilerin kendilerini filmin başarılı kahramanları veya -eğer öyle seçerlerse- kötüleri veya başarısızları ile özdeşleştirerek kendi engellenmiş isteklerini tatmin edebilmeleridir. Kendisini başkasının yerine koyarak tatmin olmakla anlatılmak istenen, kişinin aslında o amaca ulaşmadığı ancak kendisini bu amaca ulaşan biriyle özdeşleştirdiğidir. Eğer kişi kendisi ünlü olamıyorsa kendini ünlü olan bir kişiyle özdeşleştirmekle de tatmin bulabilecektir.

s.80 - 81

Kişi, kateksis yaptığı nesneyi kaybettiği veya ona sahip olamadığı zamanlarda, bunu, kendisini bu nesneye benzeterek geri almaya veya güvence altında tutmaya çabalar. Bu tip özdeşleşme nesne kaybı özdeşleşmesi olarak adlandırılır. 

Nesne kaybı özdeşleşmesi, ebeveynleri tarafından örselenmiş çocuklarda sıkça rastlanan bir durumdur. Bu çocuklar ebeveyn sevgisini, ebeveynlerinin kendilerinden beklediği bir şekilde hareket ederek kazanmaya çalışırlar. Çocuk, ebeveynlerinin onun nasıl olmasını istediğini düşünüyorsa onunla özdeşleşir. Bunun gibi ebeveynlerinden birini ölüm veya ayrılıktan dolayı kaybeden bir kişi, kaybettiği ebeveyni model alma yoluna gidecektir. Bu örneklerde, çocuğun yaptığı özdeşleşmenin, ebeveynlerinin gerçek karakterleri üzerine inşa edilmesi yerine ebeveynlerinin standartları ve değer yargıları hakkındaki fikirlerinden kaynaklandığı görülür. Benlik ideali bu şekilde oluşturulur. 

Nesne kaybı özdeşleşmesi, gerçek nesnenin geri getirilmesine de yardımcı olabilir. İyi bir çocuk olarak ebeveynlerin ilgisi ve sevgisi kazanılabilir veya bunun, kaybedilen nesnenin yerini tutması sağlanır. Eğer kişi, yitirilen kişinin kişisel niteliklerine adapte olursa nitelikleri adapte edilen kişi, adapte eden bireyin kişiliğinin bir parçası haline gelir. Gelişme yolunda olan kişilik, yitirilmiş olan pek çok nesne kateksislerinin izlerini taşır hale gelir. 

Dördüncü tip özdeşleşme, kişinin kendini, belli otoriteler tarafından konulmuş yasaklarla özdeşleştirmesidir. Böyle bir özdeşleşmenin amacı, potansiyel düşmanların koydukları yasaklara uyarak bunların vereceği cezalardan kaçınmaktır. Burada kişi, sevgiden dolayı değil korkudan dolayı özdeşleşir. Bu tür özdeşleşmeler, vicdanın temelini oluşturur. Vicdanı temsil eden baskılayıcı mekanizmalar ağı, ebeveyn kaynaklı baskılayıcı mekanizmaların birlikteliğini temsil eder. Davranışlarını, kendi inşa ettiği baskılayıcı mekanizmalar (anti kateksisler) vasıtasıyla düzenlemekle çocuk, cezalandırılacağı şeyleri yapmaktan sakınır. Çocuk büyüdükçe başka baskın karakterlerle benzer özdeşleşmeler söz konusu olur. 

Otoritelerle özdeşleşme çocuğun sosyal olmasını sağlar. Bu, çocuğun içinde yaşadığı toplumun kural ve şartlarına uyduğu anlamına gelir. Bu kuralları kabul ederek çocuk acıdan sakınır ve hazlar edinir. Toplumun huzuru büyük bir oranda genç kuşakların eski ve baskın kuşakların idealleri ve yasaklarıyla özdeşleşmesine bağlıdır. Genç kuşaklar eski adetlere baş kaldırabilir ancak genelde toplumun kurallarına uyarlar. 

Bu konuyu bitirmeden önce, çok ilkel bir özdeşleşme şeklinden bahsetmeliyiz. Bu, yenilen şey gibi olmak amacıyla o şeyin yenmesidir. Örneğin, ilkel bir avcı avladığı bir aslanın kalbini, onun gibi cesur olabilmek için yer. Bu ilkel özdeşleşme, Hristiyanlık adetlerinde sembolik anlamda mevcuttur. Kutsal ekmek ve şarap İsa'nın bedenini ve kanını sembolize eder. Kişinin bunları yiyip içmesi İsa'ya benzemek amacını güder.  

 s.82

Eğer bir nesne uygun bir araç değilse kateksis derhal uygun olan bir başka araca yönelir. Bu, psişik enerjinin yerinin değiştirilebildiğine işaret eder. Kişilik gelişimi büyük ölçüde, bir dizi enerji yön değiştirmesi veya nesne yüceltme sürecidir. İçgüdünün kaynağı ve hedefi, enerjinin yönü değiştirildiğinde de aynı kalır; değişen sadece amaç nesnesidir. Enerjinin yön değiştirmesinin sebepleri, kişilik gelişimini sağlayan sebeplerle aynıdır; yani büyüme, engellenme, çatışma, yetersizlik ve anksiyete.

s.86 

Yedek nesnenin daha yüksek bir kültürel amacı temsil ettiği durumlarda, bu tip bir yön değiştirmeye yüceltme denir. Yüceltmeye örnek olarak enerjinin entelektüel, insancıl, kültürel ve sanatsal uğraşılara kaydırılmasını verebiliriz. Cinsel ve saldırgan içgüdülerin direkt olarak ifade edilmeleri, görünürde cinsel ve saldırgan olmayan davranış tarzlarına dönüştürülür. İçgüdüsel enerjinin kaynağı ve amacı, tüm yön değiştirmelerde olduğu gibi yüceltilmiş faaliyetler içinde de aynı kalır fakat gerilimin giderildiği nesneler veya yollar değişir. Freud, da Vinci'nin Madonna'yı resmetmesinin çok erken bir yaşta ayrıldığı annesine duyduğu hasretin yüceltilmiş bir ifadesi olduğunu gözlemlemiştir. Shakespeare'nin soneleri, Çaykovski'nin müziği ve Proust'un romanı bazı çevrelerce, bu kişilerin homoseksüel ukdelerinin yüceltilmiş ifadeleri olarak değerlendirilir. Cinsel arzularını gerçek hayat içinde tatmin edemediklerinden dolayı hayal ürünü yaratımlara yönelmişlerdir. Büyük yazarlar ve sanatçılar kadar yüceltmeye ihtiyaç duyan daha az yetenekli insanlar ise içgüdüsel enerjilerini yansıtabilecekleri daha sıradan şeylerle yetinecektir. Freud'a göre insanlık, ilkel nesne kateksislerine ket vurulması sayesinde gelişme imkanı bulmuştur. Doğrudan deşarj olması engellenen enerji, toplumsal açıdan faydalı ve kültürel açıdan yaratıcı kanallara kaydırılmıştır. Ancak yüceltme, tam anlamıyla bir tatminle sonuçlanmaz; ayıklanarak yüceltilmiş nesne seçimleri ile deşarj edilemeyen ve artakalan gerilimler mutlaka mevcuttur. İşte bu, kısmen de olsa, uygar insanın gergin tabiatından sorumlu olduğu gibi bir yandan insanoğlunun en büyük başarılarının da itici kuvveti olmuştur. 

Freud, kişinin, orijinal nesne kateksislerini asla istediği bir şekilde gerçekleştiremeyeceğine dikkat çekmiştir. Bununla kişinin ilk aşkını daima yedek bir nesnede arayacağını söylemek istemiştir. Tamamen tatmin edici bir yedeğin bulunamaması nedeniyle ya aramaya devam edecek ya da sahip olabileceği en iyisiyle avunacaktır. Kişi bir yedeği kabullendiği zaman, orijinal amaç nesnesini telafi etmeye çalışıyor demektir. 

 s.87

Enerjiyi bir nesneden bir diğerine yöneltebilme yeteneği, kişilik gelişimindeki en güçlü ögedir. Bir önceki bölümde de gördüğümüz gibi ego ve süperegonun gelişmesi, iddeki enerjinin ego ve süperegoyu oluşturan süreçler içinde kapsamlı bir şekilde yön değiştirmeye uğramasıdır. Ego ve süperegonun daha fazla gelişmesi büyük ölçüde her bir sistem içindeki enerjinin yön değiştirmeleri sayesindedir. Yaşam boyunca sayısız ve karmaşık bir yığın ilgi alanının, tercihin, değerin, huyların ve bağlılıkların kazanımı veya geride bırakılması, yön değiştirme ile mümkündür. Eğer psişik enerjinin yön değiştirmesi veya dağıtılması mümkün olmasaydı kişilik gelişimi de olamazdı.

s. 90

Bastırma her ne kadar normal kişiliğin gelişmesi için gerekliyse ve hemen hemen herkes tarafından bir yere kadar kullanılıyorsa da bazı kişiler bastırmaya, tehlikelerle başa çıkabilmesini sağlayacak diğer yolları inkar etme derecesinde ihtiyaç duyar. Bunlara bastırılmış kişiler denir. Dünyayla olan ilişkileri sınırlıdır ve içlerine çekilmiş, gergin, katı ve korunmacı bir izlenim verirler. Dudakları kapalı ve hareketleri odunlaşmıştır. Enerjilerinin büyük bir bölümünü içlerindeki hislerini bastırmak için kullanırlar ve böylece artık çevreyle ve diğer insanlarla girecekleri haz verici ve üretken iletişimler için yeterli enerjileri kalmamıştır. 

Bazen bastırma, bedenin bir bölümünün normal işleyişini de kesintiye uğratacaktır. Bastırılmış bir insan, cinsel gerilimden korktuğu için cinsel açıdan yetersiz veya soğuk olabilir veya histeri körlüğü veya histeri felci olarak adlandırılan durumlar da geliştirebilir.  

s.91 - 92

Yön değiştirme bastırılmış kateksislerin, iyi veya kötü, tatmin bulmalarına izin verir. Ancak bu yön değiştirmenin kateksislerin orijinal kaynaklarını gizliyor olması şarttır; yoksa ego bir bahane bulacak ve bastırma mekanizmasını yeniden hayata geçirecektir. Bastırılan kateksisler deşarj olabilmek için her türlü kılığa girer. Babasına karşı olan hislerini bastıran bir çocuk, bir yetişkin olarak bunu kanunları çiğneyerek veya toplumun kurallarına karşı gelerek gösterecektir. Bastırılmış arzular çok sık olarak rüyalarda sembolik olarak ortaya çıkar. Örneğin, rüyayı gören kişinin zihninde ev ile anne ilişkilendirilmişse kendini bir evin kapısından girerken görmek, anneye karşı olan ensest benzeri bir isteği sembolize edebilir. Bir arzunun kendi kendini cezalandırmak üzere bastırılması kişinin kendisini, kazalara maruz kalarak, bir şeyleri kaybederek ve aptalca hatalar yaparak dolaylı yoldan cezalandırmasına sebep olur. Bastırılmış bir kateksis kendini, kişinin aslında içten bir şekilde istediği şeyi sözlerle yalanlaması şeklinde ifade eder. "Bunu istemiyorum" demek aslında "Bunu istiyorum" demektir. "Bu hiç aklıma gelmezdi" demek, bunun hep aklında olduğu anlamına gelir.

s.94  

Doğal olarak kişi, yansıtma veya rasyonalizasyon durumlarının bilincinde olamaz; eğer olursa savunma mekanizmaları anksiyeteyi ortadan kaldırmayı başaramaz. Bu, egonun tüm savunmaları için geçerli olan bir durumdur; anksiyetenin azaltılmasında etkili olabilmek için bilinçdışı olarak çalışmalıdır.

... 

Kişiler çok küçük yaşlardan itibaren davranışlarının sebeplerini, kendi güdülerini incelemek ve analiz etmek konusunda cesaretlendirilmedikleri için ve bunun tersine dışsal dünyada aramaları doğrultusunda yönlendirildikleri için yansıtma çok yaygın olarak rastlanan bir savunma mekanizmasıdır. Bunun da ötesinde, kişi, yanlış yaptıklarıyla ilgili olarak düşündürücü özürler ve bahaneler bulduğu müddetçe cezadan ve kendi kendini ayıplamaktan sakınabileceğini de öğrenmiştir. Aslında, gerçekleri çarpıttığı için mükafatlandırılmaktadır.

s.96 

Karşıt tepki oluşturma sonucu gösterilen sevginin ayırt edici özelliği, abartılı olmasıdır. Reaktif bir sevginin sesi çok çıkar; aşırıya kaçar, gösterişlidir ve yapmacıktır. Sahtedir ve onun bu sahteliği, Hamlet'te kraliçeyi oynayan oyuncu gibi rol yapmayı abartmıştır yani gerçeğinden kolaylıkla ayırt edilir.   Karşıt tepki oluşturmanın bir diğer özelliği ise onun sadece içten gelen, yenilmesi güç hislerle gösterilmesidir. Kendisini anksiyeteye karşı karşıt tepki oluşturma yoluyla korumaya çalışan kişi için hissettiklerinin tersini ifade etmekle bunun hiçbir farkı yoktur. Sevgisi, örneğin, esnek değildir. Gerçek hislerde olduğu gibi kendini değişen ortamlara ve durumlara adapte etmek yerine dışa vurumunda en ufak bir hata, bir eksik olsa karşıt duygu ortaya çıkacakmış gibi sürekli bir gösteriş halinde olmalıdır.

 s.97

Karşıt tepki oluşturma, dışsal tehditlere olduğu kadar içsel tehditlere karşı da kullanılır. Birinden korkan bir kişi, korktuğu kişiye dostça davranmak üzere geriye çekilebilir. Benzer bir şekilde, toplumdan korkma, toplumun koyduğu kurallara sıkı sıkıya bağlılık şeklini alabilir. Herhangi bir kurala abartılı biçimde sıkı sıkıya uymanın yaygın olduğu her yerde bir karşıt tepki oluşturmanın olduğu ve kişinin aslında, bu uyum maskesinin altında isyana ve düşmanlığa doğru sürüklendiğinden emin olabilirsiniz. 

Karşıt tepki oluşturmaya verebileceğimiz enteresan bir örnek, feminen olmakla eş tuttuğundan dolayı görünüşlerinde eşcinsel olmakla ilişkilendirilebilecek belirtiler olmasından korkan kişidir. Feminen yanlarını, özellikle sert ve maskulen olarak kapatmaya çalışırlar. Bunun sonucu olarak da bu tür kişiler, gerçek bir erkek olmak yerine maskulen birer karikatür haline gelirler. Kadınlar da feminen yanlarını, maskulen bir giyim kuşam ve hareketlerle gizlemeye çalışırlar. 

s.101 

Savunma mekanizmaları çocuksu egoya karşı görevini yerine getirdikten sonra neden varlığını sürdürür? Bunlar, ego gelişmeyi başaramadığı müddetçe orada kalır. Fakat egonun gelişmeyi başaramamasının sebeplerinden biri de savunma mekanizmalarında çok fazla miktarda enerjinin bağlanıp kalmış olmasıdır. Yani bir kısır döngü söz konusudur. Savunmalar, egonun yetersiz olmasından dolayı bırakılamaz ve ego da savunmalarına bağlı kalmak zorunda olduğu müddetçe yetersiz kalır ve bu böyle sürüp gider. Ego böyle bir kısır döngüden nasıl çıkabilir? Önemli faktörlerden birisi büyümektir. Ego, organizmadaki doğuştan gelen değişimlerin, özellikle de sinir siteminde olan değişimlerin bir sonucu olarak büyür. Büyümenin etkisi altında, ego da olgunlaşmaya zorlanır.

s.102 

İdin içindeki yaşam ve ölüm içgüdüleri gerekli olan tüm psişik enerjiyi içerir. Psişik enerji, bedensel enerjinin dönüştürülmesiyle elde edilir. İçgüdülerin amacı, bedensel gerilimlerin deşarj edilmesi ve kişiyi zihinsel ve psikolojik bir rahatlama, durağanlık konumuna getirmektir. İçgüdüler bu amaca enerjiyi algılama, hatırlama ve düşünme gibi psikolojik görevler için kullanarak ulaşmaya çalışır Psikolojik görevler tamamlandıktan sonra, yani bir eylem planı yerine getirildikten sonra, kassal enerji motor eylem şeklinde dışarı atılır. Yani kişi bir şeyler yapar. Konuşur, yürür veya istenilen sonuca ulaşmak için ellerini kullanır. İstenilen sonuç, her zaman, gerilimin azaltılmasıdır. Bu da, gerilim yaratan rahatsız edici durumun devreden çıkarılmasıyla mümkün olur.

 s.103

... herhangi bir eylem, kateksislerle anti kateksisler arasındaki bir uzlaşmayı temsil edebilir. Kateksislerin bir sonucu olarak kişi, gerilimi doğrudan deşarj edemeyebilir; komple bir tatmin ile komple bir tatminsizlik arasında orta bir yol bulmalıdır. Örneğin sevgi göstermek, bir cinsel ihtiyacın giderilmesi ile egonun direnmesi veya süperegonun böyle bir gidermeye karşı getirdiği yasak arasındaki bir uzlaşmadır. Benzer şekilde sözlü eleştiriler, fiziksel saldırganlık ile saldırganlığın bastırılması arasındaki bir uzlaşmadır. 

s.104 

Uzlaşılan nesne kateksisleri gerilimin tamamını olağan bir şekilde deşarj edemez. Örneğin romantik aşk, kişide artakalmış cinsel gerilimler bırakabilir. Tüm enerjisini deşarj etmesi önlenmiş bir içgüdünün hedefine ket vurulmuş olduğu söylenir. Hedefine ket vurulmuş içgüdüler, gerilimin tamamen deşarj edilmesini önlediği için güçlü nesne kateksisleri ve inatçı itici güçler yaratır. Bunun sonucunda da deşarj edilmeyen gerilimler, nesne kateksislerinin devamlı hale gelmesinde kullanılan, akış halinde bir enerji temin eder. 

Bu durum, görünürde çelişkili bir sonuca varır. İlgi alanları, bağlılıklar ve tüm diğer edinilmiş güdüler, bir dereceye kadar önleyici olduğu kadar tatmin edici de olabilir. Ancak tamamen tatmin edilmediği için de hep oradadır. Örneğin, çok yoğun ve doymak bilmez bir ilgiyle klasik müzik dinleyen bir kişi tam anlamıyla haz edinemiyordur. Müzik dinlemek, daha temel bir nesne seçimi için tamamıyla tatmin edici bir yedek teşkil etmemektedir. Müziği dinleyen kişi müziğe doyamamaktadır çünkü aslında istediği bu değildir. Ancak bu, hiç yoktan iyidir. 

s.105 

Her bir uzlaşma, aynı zamanda bir feragattır. Kişi, çok istediği ama sahip olamadığı şeyden vazgeçer ve ikinci veya üçüncü tercih olarak görüp sahip olabileceği bir şeyi kabul eder. Çocuğun annesine ve annenin çocuğuna olan sonsuz sevgisi, aynı kulüp üyelerinin birbirlerine karşı duydukları iyi hisler, ülke sevgisi ve insanların oluşturdukları daha pek çok bağlılığın hepsi, hedefine ket vurulmuş içgüdüler tarafından motive edilir.

 ...

... sahiplenme ve hükmetme duygusu ile daha yaygın şekli olan çıkarı uğruna kullanma ve rakabet aslında çok yaygın bir insan özelliği olan saldırganlığın yön değiştirmiş halleridir. Daha düşük seviyedeki ifadeler daha fazla uzlaşmacılık sergilediği için ağır ve saf saldırganlığa oranla daha yaygın ve devamlıdır. Bunun sonucu olarak da bunlar, gerilimi büyük ölçüde azaltmakta başarısız olduğu ve böylece de huyun devamlılığını sağladığı için kalıcı hale gelir. Bir yumruklaşma (daha çok gerilimi deşarj ettiği için), iki iş adamı arasındaki rekabetten daha tatmin edicidir ancak yetişkinler çok az yumruklaşır ve daha fazla rekabet ederler. Genel bir kural olarak yedeklenmiş nesne seçimi gerilimin deşarj edilmesinde orijinal nesneden ne kadar farklı olursa kişi üzerindeki etkisinin sürekliliği de o derece güçlü olacaktır.

 s.106

İçgüdüsel nesne seçimlerinin bastırma altında olması, enerjinin gizli şekillerde deşarj edilmesini sağlayan çeşitli yedekleme şekilleriyle ortaya çıkar. Bu gizlenme, bir nesne seçiminin bir diğeriyle yedeklenmesi vasıtasıyla yapılır. Gizlenmenin amacı egonun anksiyete durumuna girmesini önlemektir. Yedek, bir yandan gerilimin azaltılmasını sağlarken bir yandan da egoyu kandırmaya devam ettiği müddetçe yedek nesne seçimi daimi olacaktır. Örneğin, ölüm içgüdüsünü bastıran kişi, gazetelerdeki ölüm duyurularını okuyarak, cenazelere giderek ve ağıtları dinleyerek ölüm isteğini bir nebze de olsa tatmin edecektir. Hatta, bir cenaze levazımatçısı bile olabilecektir.  

... 

Tepkinin ortaya çıkışı, içgüdülerde, yansıtmada olduğu gibi bir nesneyi bir değeri için yedekleyerek değil bir diğer içgüdünün kendisini ifade etmesini önleyecek miktardaki bir enerjiyi, belli nesneyle ilişkili üçgüdü üzerinde harcayarak yapılır. Örneğin alçak gönüllülük, kişinin kendisini teşhir etme isteğini gizleyebilir. 

Özet olarak yetişkinlerin tüm faaliyetleri, yaşam ve ölüm içgüdülerinin enerjileriyle motive edilir. Kişinin yaptığı her şey; ya yemek yemek, uyumak, boşaltım ve çiftleşme gibi bir içgüdünün direkt olarak ifade edilmesidir; ya bir içgüdüler kombinasyonu tarafından motive edilmiştir; ya itici ve direnen güçler arasındaki bir uzlaşmayı temsil eder; ya da egonun bir savunmasından ortaya çıkmıştır.  

s.108 

 ... ağız en azından beş ana fonksiyona sahiptir; (1) alma, (2) tutma, (3) ısırma, (4) dışarı tükürme ve (S) kapatma. Bu fonksiyonlardan her biri, belli kişilik özellikleri için esas alınan model veya prototiptir.

s.109 

 Ağıza koymak, çok istekli olmanın prototipidir; azim ve kararlılık için tutup yapışır, tahrip etmek için ısırır, reddetmek ve aşağılamak için tükürür ve istemediği ve negatif olduğu içinse ağzını kapatır. Bu huyların gelişerek ileride kişiliğinin birer parçası olup olmayacağı, prototipik ifadelerle ilgili olarak deneyimlenen engellenmelerin ve anksiyetenin miktarına bağlı olacaktır. Örneğin sık sık ağlayan bir bebek, travmatik ağlama deneyiminin tekrar etmesini durdurmak için tuttuğu şeyleri bırakmamaya doğru bir meyil geliştirecektir. 

Çeşitli yön değiştirmeler ve yüceltmeler ile prototipik oral modlardan biri üzerine kurulu bir saplantı, ilgi alanlarının, davranışların ve huyların dahil olduğu büyük bir ağ haline gelebilir. Üstün bir uyum becerisi geliştirmiş kişi, şeyleri sadece ağızdan almakla kalmaz, duyu organlarıyla da alır; örneğin bakmak, dinlemek gibi. Birleşik davranışlar aşkın, bilginin, paranın, güç ve madde sahipliğinin birleşmesi gibi soyut ve sembolik şeyleri bir arada barındırabilir. Tamahkarlık ve açgözlülük, yaşamın ilk yıllarında yeterince yemek ve sevgi alamamak sonucunda gelişir. Açgözlü kişi doymak bilmez; çünkü ister para isterse ün olsun, yani ne edinirse edinsin, bunlar onun gerçekten istediği tek şeyin sadece yedekleridir: Sevgi dolu bir anneden beslenmek.

s.110 

Isırarak yapılan oral saldırganlık, pek çok direkt, yönü değiştirilmiş ve gizli saldırganlığın prototipidir. Dişleriyle ısıran bir çocuk, bir yetişkin olarak sözlü ukalalık, küçük görme ve alay ile ısırabilir veya bir avukat, politikacı veya eleştirmen olabilir. Kişi saldırgan, zorba veya hükmedici bir tavır sergilediğinde, onun "dişlerini gösterdiğinden" söz ederiz. Kişi kendini suçlu hissettiğinde oral saldırganlık, kendi kendini cezalandırma şeklinde de ortaya çıkabilir. 

s.111 

Oral faaliyetlerin beş şeklinin dışa vurumu hayatın her alanında görülebilir. Bunlar kişiliğin iç ilişkilerinde ve bağlılıklarında; ekonomik, sosyal ve dini görüşlerinde; kültürel, estetik, yaratıcı, sportif tercihlerinde görülür. 

 s.114 - 115

Freud, her insanın doğuştan biseksüel olduğunu yani kendi cinsiyetinin olduğu kadar karşı cinsin de meyillerini taşımakta olduğunu düşünmüştür. Oepidus kompleksinin kaybolmasından sonra erkek çocuk, eğer feminen meyilleri daha güçlüyse annesiyle, maskulen meyilleri güçlüyse de babasıyla özdeşleşmeye meyilli olacaktır. Tipik olarak, ebeveynlerin her ikisiyle ilgili bir özdeşleşme olduğu kadar bir nesne kateksisi de vardır. Erkek çocuk babasıyla özdeşleşerek babasının annesine olan kateksisini paylaşır. Aynı zamanda babasıyla özdeşleşme, erkek çocuğun babasına karşı olan feminen kateksisinin yerini alır. Annesiyle özdeşleşerek babasına karşı duyduğu cinsel isteğin kısmen karşılanmasını sağlarken özdeşleşme erkek çocuğun annesine karşı olan kateksisinin yerini alır. Çocuğun ilerideki karakterinin kaderiyle bağlılık, husumet, maskulenlik ve feminenlik derecelerini bu özdeşleşmelerin göreceli gücü ve başarısı tayin edecektir. Bu özdeşleşmeler ayrıca süperegonun oluşumunu da başlatacaktır. Süperegonun Oedipus kompleksinin yerini almasından dolayı onun veliahtı olduğu söylenir.  

s.122 - 123 

Kişiliği sabit hale gelmiş bir yetişkinin karakteristik özelliği hayatında sürekli yeni sayfalar açılması değil belli sayfalarda çeşitli değişiklikler yapılmasıdır. (Freud buna tekrarlama bastırması adını vermiştir).  

s.126

Çatışmaları çözmenin mümkün olan en iyi yollarından biri, karışım veya uyumlaştırmadır. Yani kişi, çatışan her iki gücün de tatmin edilebileceği tek bir faaliyet bulur. Örneğin büyük bir  kuruluşta, maaş karşılığı, sorumluluk isteyen bir pozisyonda çalışan kişi, bağımlılığa karşı olan arzusunu nispeten güvenli olan daha küçük çapta bir kuruluşun maaşlı bir elemanı olarak, bağımsızlığa karşı olan arzusunu da bağımsız kararların alınmasını gerektiren bir işte kararlar ve sorumluluklar alarak dengeleyebilir. Böylece ne çok fazla bağımlı olmaktan dolayı bir anksiyete hissedecek ne de tamamıyla bağımsız ancak güvencesiz hissedecektir. Hayatın pek çok deneysel girişime sahne olan ilk yirmi yılında kişi, içindeki çatışmaları birbiriyle uyumlu hale getirmenin sayısız yolunu öğrenir. İstediği pastayı alıp yiyebileceğini ancak her ikisinin de sınırsız olmayacağını öğrenir.

 

 

18 Ekim 2023 Çarşamba

Kendini Arayan İnsan

 






Rollo May - Kendini Arayan İnsan

Çeviri: Kerem Işık

Yayıncı: Okuyan Us

18. Baskı - İstanbul/ Kasım 2019

 267 sayfa

 

s. 17

Günümüz insanının en büyük içsel sorunları nelerdir? Savaş tehdidi, askere alınma,  ekonomik belirsizlik gibi insanları rahatsız eden dışsal durumları eşeli dediğimizde ne gibi çatışmalarla karşılaşırız? Şimdiye dek hep olageldiği gibi, içinde bulunduğumuz çağda da insanlar psikolojik bozuklukları mutsuzluk, evlilik yahut meslek seçimi konusundaki kararsızlıklar, hayata dair genel bir umutsuzluk ve anlamsızlık hissi gibi çeşitli belirtilerle tanımlamaktadırlar.  Peki, ama bu belirtilerin altında yatan şey nedir?

Yirminci yüzyılın başlangıcında, bu tür sorunların en yaygın nedeni Sigmund Freud tarafından çok iyi bir şekilde tanımlanmıştı: kişinin hayatın içgüdüsel, cinsel boyutuyla bunların sonucunda ortaya çıkan cinsel dürtüler ve sosyal tabular arasındaki çatışmaları kabullenme güçlüğü. Daha sonra, 1920’li yıllarda Otto Rank insanların o dönemde yaşadığı psikolojik sorunların kökeninde aşağılık, yetersizlik ve suçluluk duyguları olduğunu yazdı. 1930’lu yıllardaysa psikolojik çatışmanın odağı bir kez daha kaydı: o dönemdeki ortak payda, Karen Horney’nin de belirttiği gibi,  genellikle kimin kimi geçtiğine dair hislere bağlı rekabet duygusunun bireyler ve gruplar arasında yarattığı düşmanlıktı. Peki, içinde bulunduğumuz yirminci yüzyılın ortasındaki kök sebepler neler?

s.18

İçi Boş İnsanlar

Klinik çalışmalarımın yanı sıra psikoloji ve psikiyatri alanındaki meslektaşlarımın deneyimlerine dayanarak yirminci yüzyılın ortasında insanların en büyük sorununun boşluk duygusu olduğunu belirtmem size şaşırtıcı gelebilir. Bunu söylerken insanların yalnızca ne istediklerini bilmemelerini değil, ne hissettiklerine dair de hiçbir fikirleri olmayışlarını kastediyorum. Özerklikten bahsettiklerinde yahut karar verememekten yakındıklarında –her çağda var olan –tüm bu sorunların altında kendi arzu yahut istekleriyle ilgili kesin görüşlere sahip olmayışlarının yattığı görülüyor. Böylelikle anlamsızlık ve boşluk gibi acı verici duygularla sağa sola yalpalayıp durdukları hissine kapılıyorlar. Onların destek almaya sevk eden şey duygusal ilişkilerinin sürekli olarak ayrılıkla noktalanması, evlilik planlarını bir türlü gerçekleştiremedikleri yahut eşlerinin onları tatmin etmemesi gibi şikayetler olabilir ne var ki konuşmaya başladıktan sonra çok geçmeden ister gerçek isterse hayalini kurdukları eşlerinden aslında kendi içlerindeki bir eksikliği gidermesini yahut bir boşluğu doldurmasını bekledikleri ve bu gerçekleşmediği için endişeye ya da öfkeye kapıldıklarını açığa vuruyorlar.

s.21

Psikolojik destek almaya gelen insanların kendilerini içi boş ve anlamsız hissettikleri doğru olabilir, ama bunlar çoğunluk için geçerli sayılamayacak sinirsel sorunlar değil mi? Buna yanıt olarak elbette ki psikoterapist ve psikiyatristlerin muayenehanelerine gelen kişilerin nüfusun tamamını temsil eden bir kesit olmadığını belirtmeliyiz. Genelde bu kimseler toplum tarafından kabul gören alışılagelmiş bahane ve savunmaların işe yaramadığı kişilerdir. Sıklıkla da toplumun daha duyarlı ve yetenekleri bireyleridirler; desteğe ihtiyaç duyarlar çünkü içsel çatışmalarının üstünü geçici olarak örtebilen “uyum sağlamış” bireylere kıyasla rasyonel düşünme konusunda daha başarısızdırlar. 1890’lı yıllar ve içinde bulunduğumuz yüzyılın başında Freud’un daha sonra ayrıntılı bir şekilde aktaracağı cinsel semptomlarla kendisine başvuran hastaları Viktoryen kültürü temsil etmiyordu: onların etrafındaki çoğu insan dönemin alışılmış tabu ve mantığına uygun şekilde yaşamaya devam ederek tiksinti verici olduğuna inandıkları cinselliğin üzerinin mümkün olduğunca örtülmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın ardından 1920’li yıllarda bu cinsel sorunlar alenileşip bir tür salgın haline geldi. Dönemin Avrupa ve Amerika’sında yaşayan entelektüel kesimin neredeyse tamamı on yahut yirmi yıl öncesine kadar yalnızca az sayıda insanın mücadele ettiği cinsel arzularla sosyal tabular arasındaki çatışmayı hisseder oldu.  Freud hakkındaki düşünceleriniz ne kadar olumlu olursa olsun, bu gelişmeyi yalnızca onun yazdıklarına bağlamak toyluk olur; Freud bu durumu yalnızca öngördü.  Dolayısıyla toplumun psikolojik yüzeyinin altında yatan çatışma ve gerginlikler bağlamında kayda değer bir barometre işlevi görerek bunları ortaya çıkaran kesim aslında nispeten az sayıda insandan -içsel bütünlüğe erişme çabaları esnasında psikoterapik destek almaya karar verenlerden- oluşuyordu. Bu barometre ciddiye alınmalıdır, çünkü henüz ortaya çıkmamış fakat yakın zamanda toplumun geniş bir bölümünü etkileyebilecek bozukluk ve sorunların en iyi göstergelerinden biridir.

s. 22

Günümüzün tipik Amerikan karakteri, “dış yönelimli”. Göze çarpmak değil “uyum sağlamak” istiyor; kafasında başka insanların kendisinden neler beklediğini tekrarlayıp duran bir radarla dolaşıyor gibi(David Riesman- Yalnız Kalabalık).  Bu radar dürtü ve talimatları başkalarından alıyor; tıpkı kendini bir aynalar toplamı olarak tanımlayan adam gibi tepki verebiliyor ama seçim yapamıyor; kendine özgü etkin bir dürtüsü yok.

s.27

Bu boşluk duygusunun kökeni nedir? Sosyolojik ve bireysel olarak gözlemlediğimiz boşluk ya da hiçlik duygusu insanların sahiden boş oldukları veya duygusal bir gizilgüce sahip olmadıkları şeklinde yorumlanmamalıdır. Boşluk duygusu genellikle insanların, hayatlarına yahut içinde yaşadıkları dünyaya ilişkin etkili bir şey yapmaktan aciz olmalarını hissetmelerinden kaynaklanır. İçsel boşluk duygusu kişinin yılların birikimiyle hayatına yön verme, başka insanların ona olan davranışlarını değiştirme yahut içinde bulunduğu dünyayı etkileme gücünün olmadığına dair inancının bir sonucudur. Böylelikle günümüzde pek çok insan gibi derin bir çaresizlik ve anlamsızlık hissine kapılır. Ve istekleriyle hisleri gerçek anlamda bir fark yaratamayacağı için çok geçmeden istemek ve hissetmekten vazgeçer. Duyarsızlık ve hissizlik de endişeye karşı birer savunma yöntemidir. Kişi sürekli olarak üstesinden gelemeyeceği tehlikelerle yüzleştiğinde nihai savunması bu tehlikeleri hissetmekten kaçınmaktır.

s.31

Modern insanın yalnızlığının diğer yüzüyse yalnız kalmaktan duyduğu derin korkudur.

s.32

“Güncel kalma” baskısı; insanların başkalarıyla bir arada olduklarında aldıkları keyif ve hissettikleri samimiyet, edindikleri duygu, düşünce deneyim zenginliği gibi gerçekçi dürtülerden çok daha baskın çıkıyor.

Günümüzdeki fark yalnızlık korkusunun çok daha yoğun olması ve ona karşı geliştirilen savunmaların (oyalayıcılar, sosyal etkinlikler ve “beğenilme”) daha katı ve zorlayıcı olmalarıdır.

s.34

Yalnız kalma korkusunun temelinde kendimize dair farkındalığımızı yitirme endişesi vardır. İnsanlar uzun süre boyunca etraflarında konuşacak kimse yahut boşluğa ses çıkaran bir radyo olmadan yalnız kaldıklarında kendilerini “ boşlukta” hissetmekten, sınırlarını yitirmekten ve kendilerine yön vermelerini sağlayacak hiçbir şey bulamamaktan korkar.

Her insan kendi gerçekliğine dair hislerin çoğunu başkalarının kendisi hakkında söyledikleri yahut düşündüklerinden edinir. Fakat çoğu modern insanın gerçeklik duygusu konusunda başkalarına olan bağımlılıkları öyle bir noktaya varmıştır ki onlar olmadan var olma hissini yitireceklerini düşünürler.

s. 35

Kişinin uyum sağlama yöntemleri tehdit altına girdiğinde ve çevresinde başka insanlar olmadığında o kişi kendi içsel kaynaklarına ve içsel gücüne başvurmak zorundadır ve işte modern insanların geliştirmeyi es geçtikleri şey de budur. Bu yüzden yalnızlık çoğu insan için hayal mahsulü değil başlı başına gerçek bir tehdittir.

Sosyal kabul görmek, bir başka deyişle “beğenilmek”, yalnızlık hissini uzak tuttuğu için son derece güçlüdür. Kişi tanıdık bir sıcaklıkla çevrilidir; gruba uyum sağlamıştır. Psikanalizdeki sembollerin en uç noktası ana rahmine dönüşte olduğu gibi emişmiştir sanki. Yalnızlığını geçici bir süreliğine de olsa unutmuştur; fakat bunun bedeli başlı başına bir benlik olarak varlığından vazgeçmektir. Ve onu uzun vadede yalnızlıktan yapıcı bir şekilde kurtarabilecek tek şeyi, yani kendi içsel kaynaklarını, gücünü ve yönelim duygusunu geliştirerek başkalarıyla ilişkilerini bu temelin üzerine oturtmayı reddeder. Ne kadar “birbirlerine yaslansalar” da bu “doldurulmuş insanlar” önünde sonunda daha da yalnızlaşmaya mahkûmdurlar; ne de olsa içi boş insanlar sevmeyi öğrenmelerini sağlayacak bir temelden mahrumdurlar.

Modern insanın bir diğer özelliği olan endişe, boşluk ve yalnızlıktan çok daha temeldir. Bizi endişe adı verilen o tuhaf psikolojik acı ve karmaşaya yem yapmasa “içi boş” ve yalnız olmak bizi rahatsız etmezdi.

s.39

… endişenin aynı zamanda bir çatışmanın işareti olduğunu da kendimize hatırlatmakta fayda vardır ve çatışmalar sürdüğü müddetçe yapıcı bir çözüm her zaman olasıdır. 

s. 40

Korktuğumuzda bizi neyin tehdit ettiğini biliriz, içinde bulunduğumuz durum bizi harekete geçirir, algılarımız keskinleşir ve tehlikenin üstesinden gelmek için kaçmayı ya da başka uygun yöntemlere başvurmayı deneriz. Endişeye kapıldığımızdaysa yüzleştiğimiz tehlikeyi atlatabilmek için nasıl adımlar atmamız gerektiğini bilmeyiz. Endişe “yakalanma”, “şaşkına dönme” hissidir ve algılarımız keskinleşmek yerine daha bulanık ve belirsiz bir hal alır. 

s. 42

Şimdiki tehlikeler geleceğe dair kurgulardan daha az tehlikelidir (Shakespeare / Macbeth, Oyun 1, Sahne 3)

s. 45

… kendimize dair algımız güçlendikçe endişeye karşı durup onu alt etme olasılığımız da o denli artar. Endişe de tıpkı yüksek bir ateş gibi içsel bir mücadelenin sürdüğünün işaretidir. Nasıl ki ateşlenmek bedenin fiziksel güçlerini toplayarak enfeksiyona karşı bir mücadeleye giriştiğinin göstergesiyse, endişe de psikolojik ya da tinsel bir mücadelenin kanıtıdır.

Nevrotik endişe doğanın bize çözmemiz gereken bir sorunumuz olduğunu gösterme yöntemidir. Aynı şey normal endişe için de geçerlidir; bu da bizi içsel gücümüzü toplayıp karşılaştığımız tehditle savaşmaya zorlayan bir kalk borusudur.

s.60

… bir çok insan davranışlarının değerini davranışın kendisiyle değil de bu davranışın nasıl kabul gördüğüyle ölçüyor. Pasif olan alıcı kendisine yöneltilen şeyi başarılı yahut başarısız kılacak güce sahip. Dolayısıyla biz de hayatta birey olarak yaşayıp davranmaktansa oyuncu olma eğilimine kapılıyoruz.

s.91 - 92

Tıpkı hiç yürümediğinizde bacaklarınızın hamlaşması gibi, organizmalar da potansiyellerini tam olarak kullanamadıklarında hastalanırlar. Nevrozun özünde bu yatar; potansiyeller çevredeki (geçmiş yahut gelecekte) düşmanca koşullar ve içsel çatışmalar tarafından engellenip kullanılmadığında kişinin içine dönerek onu hasta eder. “Enerji sonsuz hazdır” demiştir William Blake; “Arzulayıp da eylemeyen hastalık üretir”.

Ancak insanoğlu potansiyellerini gerçeğe dönüştürebildiğinde mirasçısı olduğu en derin neşeyi yaşar. 

s.94

… kişi kendisini fazla önemsememelidir ve cesur bir alçakgönüllülük gerçekçi ve olgun bir kişiliğin işaretidir. Ancak durumu şişinmek ve ukalalık derecesine getirerek kendini gereğinden fazla önemsemesi kişinin benliğine dair daha geniş bir farkındalığa sahip olması yahut özsaygısının yüksekliğine işaret değildir. Hatta durum tam tersidir. Şişinmek ve ukalalık genellikle içsel bir boşluk ve kişinin kendinden şüphe ettiğinin belirtisidir; endişe hissinin üzerini örtmek için en sık başvurulan yöntem gurur gösterisi yapmaktır. Kendini güçsüz hisseden kimse zorbalaşır, daha da güçsüz olanlarsa kabadayılaşır; el kol oynaması, çok konuşma, ukalalık yapma ve işi yüzsüzlüğe vurma eğilimi bir kişi yahut gruptaki gizil endişenin başlıca belirtilerindendir. Kasıla kasıla yürüyen Mussolini ve psikopatik Hitler’in resimlerini gören herkesin bildiği üzere faşizmde muazzam bir kibir söz konusudur; ancak faşizm boş, endişeli ve çaresiz olduğundan megalomanca vaatlere sıkı sıkıya sarılan insanlarda ortaya çıkar.

s.95 – 96 - 97

Kendilerine dair değer hislerini neredeyse tamamen yitirmek üzere olan kimseler genellikle kendi kendilerini suçlama eğilimindedirler, zira değersizlik ve aşağılanma duygularının yarattığı keskin acıyı bastırmanın en kolay yolu budur. Sanki kişi kendi kendine şöyle der: “Suçlanmaya bu denli değdiğime göre önemli olmalıyım” ya da “ Bakın ne kadar yüceyim: son derece yüksek olan ideallerime ulaşamadığımda kendimden utanıyorum.” Bir psikanalistin açıkça ifade ettiği üzere, psikanaliz esnasında kişi önemsiz günahlar için kendini durmaksızın payladığında, “Kim olduğunu sanıyorsun?” diye sormak istiyormuş. Kendi kendini suçlayan kişi çoğu zaman Tanrı’nın onu cezalandırmakla uğraşmasını gerektirecek kadar önemli biri olduğunu göstermeye çalışmaktadır.

Dolayısıyla kişinin kendi kendine yönelttiği suçlamaların çoğu küstahlıklarının üstünü örtmeye yarar. Kendi kendilerini suçlayarak kibirlerini alt ettiklerini belirten kimseler Spinoza’nın şu sözleri üzerinde düşünmelidir: “Gururlu (kibirli) bir insan olmaya en çok yaklaşanlar kendilerinden tiksinenlerdir.” Antik çağlarda işçi sınıfının oylarını alabilmek için üzerinde koca koca delikler olan bir paltoyla ortalarda gezen bir politikacı gören Sokrates onun ikiyüzlülüğünü şu sözleriyle açığa vurmuştur: “Paltondaki deliklerden kibrin görünüyor.”

 Günümüzde bu kendi kendini suçlama mekanizması özellikle psikolojik depresyon vakalarında gözlemlenebilir. Ebeveynleri tarafından sevilmediğini hisseden çocuk kendi kendine şöyle diyebilir: “ Eğer farklı olsaydım, kötü bir çocuk olmasaydım beni severlerdi.” Bu sayede sevilmemenin dehşetiyle yüzleşmekten kaçınmış olur. Aynı şey yetişkinler için de geçerlidir: kendi kendilerini suçlayabildikleri müddetçe yalnızlıklarının yahut hissettikleri boşluk duygusunun sebep olduğu acıyı çekmek zorunda kalmazlar ve böylelikle sevilmedikleri gerçeği birer birey olarak değerlerine gölge düşürmez. Ne de olsa hep şunu tekrarlayabilirler: “ Şöyle bir kötü huyum ya da alışkanlığım olmasaydı sevilirdim.”

İçi boş insanların yaşadığı çağımızda kendi kendini suçlamaya verilen önem hasta bir atı kamçılamaktan farksızdır: geçici bir hareketlenme sağlasa da önünde sonunda kişinin saygınlığının nihai çöküşünü hızlandırır. Özsaygının yerini kendi kendini suçlamanın alması bireye kendi yalnızlık, değersizlik sorunlarıyla açık, dürüst bir şekilde yüzleşmekten kaçınmak için bir yöntem sunar ve içinde bulunduğu durumla gerçekçi bir şekilde yüzleşip elinden geleni yaparak yapıcı bir uğraş vermek isteyen kişinin dürüst tevazuu yerine yalancı bir mütevazılık hali yaratır. Ayrıca kendi kendini suçlama tercihi kişinin kendinden nefret etmesini makulleştirerek zaten var olan bu eğilimi güçlendirir. Ve kişinin başkalarına karşı takınacağı tavırlar genellikle kendine karşı takındığı tavırlarla paralellik gösterdiğinden, başkalarından nefret etmeye karşı içinde barındırdığı gizli eğilim de makulleşerek güçlenmiş olur. Kendini değersiz hissetmekle kendinden ve başkalarından nefret etmeye uzanan yol fazla uzun değildir.

s.97

Kendini aşağılamanın öğretildiği çevrelerde kişi kendi varlığına dahi katlanamazken neden başkalarını kendisiyle olmaya zorlayacak kadar küstah ve düşüncesiz olması gerektiğine dair bir açıklama elbette ki asla getirilmez. Bunun da ötesinde, kendi “ben”imizden nefret edip nefret dolu benliğimize rağmen başkalarının bizi seveceğini umarak onları sevmemizi salık veren ya da kendimizden nefret ettikçe boş bulunup bu aşağılık “ben”i yaratma hatasına düşen Tanrı’yı daha çok seveceğimizi ifade eden öğretideki bariz çelişkiler hiçbir zaman tam olarak açıklanmaz.

s.100

… kendini sürekli “gözlemlemek”, kendini bir nesne gibi algılamak kendine yabancılaşmaktır.

s. 102

Birkaç yüzyıldır süregeldiği haliyle bedenin modern çağdaki sanayileşmeye hizmet eden cansız bir makineye indirgenmesi sonucunda insanlar bedenlerine kulak vermemekle gurur duymaktadırlar. Onu sanki benzini bitene dek sürülebilecek bir kamyon gibi suiistimal edebilecekleri bir nesne olarak görürler. 

s.113

Özfarkındalığa verdiğimiz önem kesinlikle canlı, bütünleşik bir benliğin ifadesini içermekte ama aynı zamanda eylemciliğin -bir başka deyişle özfarkındalıktan kaçıyormuş gibi yapmanın- taban tabana zıttı. Canlılık çoğu zaman harekete geçmeme, yaratıcı bir tembellik kapasitesi anlamına gelir ki bu durum birçok modern insan için bir şeyler yapmaktan daha güçtür. “Tembellik etmek” diye isabetli bir şekilde yazar Robert Louis Stevenson: “Güçlü bir kişisel kimlik gerektirir.” Bizim önerdiğimiz şekliyle özfarkındalık büyük resme daha sakin canlılık hallerini -örneğin Batı dünyasının maalesef kaybettiği tefekkür ve meditasyon sanatlarını- geri getirir. Yalnızca bir şeyler yapmaktan ziyade bir şey olmaya yeni bir saygınlık kazandırır. Benliğimizle bu tür bir ilişki kurabildiğimizde -çok çabalayan ve üreten- modern çağ insanı için çalışmak, kendimizden kaçma ya da değerimizi kanıtlama mücadelesi olmaktan çıkarak, hem kendi dünyasıyla hem de insanlığın geri kalanının dünyasıyla ilişkisini bilinçli bir şekilde onaylamış kişinin spontane güçlerinin yaratıcı bir ifadesi olacak.

s.117

Psikolojik Göbek Bağını Kesmek

Doğumuyla birlikte göbek bağı kesilen bebek fiziksel bir birey halini alır bir gül ancak zaman içinde psikolojik göbek bağı kesilmediği takdirde ebeveynlerinin bahçesinden çıkamayan bir bebek olarak kalır. İpinin izin verdiğinden daha uzağa gidemez. Gelişimi engellenmiştir ve teslim edilen büyüme özgürlüğü içten içe dargınlık ve öfkeye dönüşür. Bunlar, iplerinin izin verdiği mesafelerde son derece rahat bir şekilde yaşarken evlilikle yüzleştiklerinde ya da işe gittiklerinde veya önünde sonunda ölümle yüzleştiklerinde altüst olan insanlardır. Yaşadıkları her krizde mecazen ya da kelimenin gerçek anlamıyla “annelerine dönme” eğilimindedirler.

s. 124

Freud, çatışmanın babayla oğul arasında olmasının,  babanın oğlunu sürmeye, gücünü elinden almaya, “iğdiş etmeye” çalışmasının ve oğlunun da tıpkı Ödip gibi kendi var olma hakkını kazanmak için babasını öldürmek zorunda kalmasının evrensel düzeyde bir gerçeklik olduğuna inanmıştır. Ancak artık ödip “kompleksinin” evrensel olmayıp kültürel ve tarihsel etmenlere bağlı olduğunu biliyoruz. Freud “Alman baba” toplumunda yetişmişti. Yirminci yüzyılın ortasına geldiğimiz bu dönemde ülkemizde baskın figürün baba yerine anne olduğu, yirmi ila elli yaş arasında en büyük sorunların anneyle olan ilişkide yaşandığı ve Orestes mitinin birçok insanın deneyimlerini çok benzer şekilde karşılayabildiği yönünde fazlasıyla kanıt bulunmakta. Bunları yalnızca psikoterapi seansları esnasında profesyonel anlamda birlikte çalıştığım kişilerin derinlerde yatan duygularıyla rüyalarını temel alarak değil, aynı zamanda görüştüğüm diğer terapistlerin deneyimlerini de göz önünde bulundurarak ifade ediyorum.

  s.145

Bir tavır yahut yahut duyguyu bastırdığımızda yüzeysel olarak bu duyguya zıt bir şekilde davranıp zıt bir tavır takındığımız artık bilinen bir psikolojik eğilim. Örneğin kendinizi hoşlanmadığınız birine karşı aşırı kibar davranırken bulabilirsiniz. Eğer genel anlamda endişeden uzaksanız böyle bir aşırı kibarlığa kapıldığınızda, Aziz Paul’den alıntılamak gerekirse, kendi kendinize şöyle diyebilirsiniz: “Düşmanıma iyi davranıyorum ki kafasına kızgın kömür boşaltabileyim!” Ama zorlu bir gelişim süreci geçiren daha az güvenli biriyseniz bu nefret ettiğiniz insanı aslında sevdiğinize dair kendinizi ikna etmeye kalkışabilirsiniz. Baskın bir anne, baba ya da bir başka otorite figürüne aşırı bağımlı olan kimsenin nefretini gizlemek için onu seviyormuş gibi yapması sık rastlanan bir durumdur.

s. 146

Bunun da ötesinde,  nefret ve kırgınlığımızla açık bir şekilde yüzleşmediğimizde er ya da geç kendi kendine acıma duygusuna dönüşürler ki bu durumun kimseye faydası yoktur. Kendi kendine acıma nefret ve kırgınlığın “korunmuş” halidir. Kişi böylelikle nefretini “besleyip” kendi kendine acıyarak, ne kadar zorlu bir hayat sürdüğünü yahut ne denli acı çektiğini düşünerek -ve bunu değiştirmek için hiçbir şey yapmayarak- psikolojik dengesini sağlayabilir.

s.153

Özgürlük, insanın kendi gelişiminde rol oynamasıdır. Kendi kendimize şekil verme kapasitemizdir.

s.156-s.157

İnsanoğlu hayatını incelemenin verdiği güçle kendisini çevreleyen olayların ötesine geçebilir. Tüberküloz hastası, Romalı filozof Epiktetus gibi senin kentlerinde geliyor bir köle yahut idama mahkûm edilmiş bir tutuklu da özgür olsa bu gerçeklerle kuracağı ilişkiyi seçme özgürlüğüne sahiptir. Ve ölüm gibi acımasız bir gerçekle nasıl bir ilişki kurduğu kendisi için ölüm gerçeğinden daha önemli olabilir. Özgürlük en iyi şekilde Sokrates’in ödün vermektense baldıran otunu içmeyi yeğlemesi gibi çarpıcı örneklerle ifade edilebilir; ama aslında içinde yaşadığımız toplum gibi kendini kaybetmiş bir toplumda psikolojik ve tinsel bütünlüğe ulaşmaya çabalayan insanın gündelik özgürlük adına verdiği çaba çok daha çarpıcıdır.

Dolayısıyla özgürlük yalnızca belirli bir karara “evet ya da “hayır” demek değildir: kendimizi şekillendirip yaratma gücüdür. Nietzsche’nin deyişiyle özgürlük, “asıl olduğumuz şeye dönüşme” kapasitesidir.

s.160

Özgürlük kendi kendini ortaya çıkmaz; elde edilir. Ve tek bir hamleyle elde edilemez; her gün yeni baştan kazanılmalıdır.

s.164 – s.165

Kişi bilinçli olarak yaşamayı seçtiğinde öncelikle kendi kendine olan sorumluluğu yeni bir anlam kazanabilir. Hayatına karşı sorumluluğunu taşıması gereken bir yük olarak görmeye başlayabilir. Ne de olsa artık bu kişi kendi verdiği bir karar sayesinde hayatına devam edebilir.

Gerçekleşen diğer şeyse dışarıdan gelen disiplinin artık öz disiplin halini almasıdır. Disiplini dayatıldığı için değil (zira kendi hayatına son verme özgürlüğüne sahip birine kim herhangi bir şey dayatabilir ki!) hayatına dair ne yapmak istediğini daha özgür seçebildiği ve ulaşmak istediği değerler uğruna disiplinin gerekliliğini gördüğü için kabul eder. Bu özdisipline süslü püslü isimler verilebilir. Nietzsche buna “kaderini sevmek” derken, Spinoza hayatın kanunlarına itaatten bahsediyordu. Ancak süslü terimlerele bezenmiş olsun olmasın, buna olgunluğa ulaşma çabası veren herkesin er ya da geç aldığı bir ders olduğuna inanıyorum.

s.168

…ne istediğini bilmek basitçe olgunlaşan insanın kendi değerlerini seçebilme becerisini temeldeki karşılığıdır. Kişinin olgunluğunun hayatının kendi seçtiği amaçların etraflarına kurmasıyla belirlenir: ne istediğini biliyordur.

s. 169

… kuşkuculuk ve şüphenin her düşünceye eşlik ettiği geçiş çağlarında bireyin işi daima zordur.

s.192

Dinin nevrotik kullanımlarının bir ortak noktası vardır: bireyin yalnızlığı ve endişesiyle yüzleşmek zorunda olmamasını sağlayan birer araçtırlar. Auden’in deyişiyle Tanrı “kozmik bir baba” halini alır.

s.195

Bu tartışmanın sonucunda ulaşılan netice dinin, kişiyi kendi onuru ve değeri bağlamında güçlendirdiği, hayattaki değerlerini olumlaması için ona güven duygusu verdiği ve kendi etik farkındalığı, özgürlüğü ve kişisel sorumluluğunu kullanıp geliştirmesine yardımcı olduğu müddetçe yapıcı bir kavram olduğudur. Böylelikle dinsel inanç yahut dua gibi uygulamalar kendi başlarına “iyi” ya da “kötü” olarak nitelendirilemezler. Burada asıl irdelenmesi gereken soru bu inanç yahut uygulamaların kişiyi kendi özgürlüğünden ve “birey” olmaktan ne kadar uzaklaştırdığı yahut kendi sorumluluklarıyla etik gücünü kullanması yönünde ne denli güçlendirdiğidir.

s.197

Dolayısıyla ister “entelektüel” yahut “sofistike” kişiler olalım ya da basitçe çivisi çıkmış bir çağda yönünü belirlemeye çabalayan zihni açık bireyler olalım kendimize şu soruyu yöneltmek önemlidir: Kişi, özgürlük ve kişisel sorumluluklarından feragat etmeden kalıtsal gelenekleriyle arasında nasıl bir ilişki kurabilir?

Başlangıç ilkesi açıktır: kişinin kendine dair özfarkındalığı arttıkça, atalarının bilgeliğini de o ölçüde kendisinin kılabilir. Geleneğin gücü altında ezilen onun varlığına dayanamayan ve dolayısıyla ya ona uymaya, ya da kendilerini ondan koparıp ona isyan etmeye çalışanlar kendi kişisel kimlikleri zayıf olan kimselerdir. 

 s.198

… kişi tarihsel geleneklerindeki deneyim ve biriktirilmiş bilgiyle yüzleşebildiği derinlik ölçüsünde kendini tanır ve kendisi olabilir.

s.199

Tanrı’yı diğer varlıkların üzerinde bir varlık olarak cennet denen yere yerleştirmek çelişkilerle dolu, çağdışı bir bakış açısıdır ve aksi kolaylıkla ispat edilebilir. Paul Tillich, yakın zamanda yayımladığı ve akademisyenlerin daha şimdiden yirminci yüzyılın en önemli teolojik çalışması olarak nitelendirdiği kitabında Tanrı’nın varlığını savunmaya çalışmanın da buna karşı çıkmak kadar ateizmi kapsadığını ifade etmektedir. “Tanrı’nın varlığını onaylamak da en az inkâr etmek kadar da ateistik bir davranıştır. Tanri bir varlık değil, varlığın kendisidir.”

s.200

Kişi etik ve dinsel geleneklerden gelen atalarınının bilgeliğiyle yaratıcı bir şekilde bağdaşabildiğinde hayret etme (wonder: hayranlık , merak) kapasitesini yeniden keşfeder. Modern toplumda aktif, duyarlı bir hayret etme yetisinin büyük ölçüde eksik olduğu açıktır. Bu da içinde yaşadığımız dönemde çoğu insanın hissettiği boşluk duygusunun bir sonucudur.

s.201

Hayranlık/ hayret, kişinin hayatta en fazla anlam atfedip değer verdiği şeyin bir getirisidir. Her ne kadar zaman zaman trajik bir dramı takip etse de aslında olumsuz bir deneyim değildir; zira temelinde hayatın genişlemesidir ve hayranlığa eşlik eden genel duygu neşedir. “İnsanın ulaşabileceği en yüksek mertebe hayranlıktır.” der Goethe; “ve eğer temel olaylar onda hayranlık uyandırıyorsa bırakın bununla yetinsin, çünkü bundan fazlasını alamayacaktır…”

Hayranlık/ hayret aynı zamanda alçakgönüllülükle dirsek temasındadır. Burada kastedilen şey genellikle kibrin zıttı olan ve itaat etmeden gelen yalancı alçakgönüllülük değil de kendi yaratıcı çabalarıyla bir şeyler verebildiği gibi “verileni” de kabul edilebilen zihni zengin kişilerin alçakgönüllülüğüdür. Tam da bu noktada, çoğu insan için anlamını yitirmiş “Tanrı’nın zarafeti” ifadesiyle özdeşleşmiş olan “ zarafet” kelimesinin zengin anlamları ortaya çıkmakta. Kuşların zarif uçuşlarından bir çocuğun hareketlerinde zarafetten, cömert bir kimsenin zarifliğinden bahsedilebilir. Zarafet “ bahşedilen” bir şey, ortaya çıkan yeni bir uyum halidir ve her zaman insanın “kalbini hayranlıkla doldurur.”

s. 214

Kendi Olma Cesareti

Cesaret, kişi özgürlüğe eriştikçe ortaya çıkan endişeyle yüzleşebilme kapasitesidir. Kurt Goldstein’ın deyişiyle “ Son tahlilde cesaret kişinin kendi doğasını hayata geçirebilmesi için aşılması gereken var oluş şoklarına verilen etkili bir yanıttan başka bir şey değildir.”

Cesaretin zıddı korkaklıktan ziyade cesaret eksikliğidir. Herhangi bir kişiyi korkak olarak nitelendirmek onun tembel olduğunu söylemekten daha fazla anlam taşımaz: bize basit bir şekilde önemli bir potansiyelin ortaya çıkarılamadığını ya da bloke edildiğini gösterir. Yaşadığımız çağın sorununu anlamaya çabalarken cesaretin karşıtı robotsu uymacılıktır.

s. 215

İnsanların cesaretten yoksun olmalarının nedeni yalnız kalmak ya da “sosyal tecride”, yani alaylara, kahkahalara veya dışlanmaya maruz bırakılmaktır. Ve bu şekilde dışlanmak küçümsenecek bir tehdit değildir. Doktor Walter Cannon, “ voodoo ölüm” üzerine yürüttüğü çalışmada ilkel insanların topluluklarından psikolojik anlamda dışlanmaları sonucunda ölebileceklerini göstermiştir. Toplumsal olarak dışlanan ve kabile üyelerince yokmuş gibi davranılan insanların sonunda öldükleri durumlar gözlenmiştir. William James bize sosyal bir “kesilip atılmak” ifadesinde gerçeklik payının şiirsellikten fazla olduğunu hatırlatmıştır. Dolayısıyla insanların mensubu olduğu gruptan feragat etme pahasına kendi doğrularını savunmaktan ölesiye korkmaları Nevrotik imgelemenin bir oyunu değildir.

s. 219

İnsanın kalabalıktan – yahut sembolik olarak ana rahminden- sıyrılmasından kendi başına bir birey oluncaya tek attığı her adım cesaret gerektirir; sanki her adımda kendi doğumunun sancısını yeniden yaşar. Cesaret, ister ölümü göze alan askerinkini ister okula giden çocuğunki olsun, tanıdık ve güvenli olan bırakabilme gücü demektir. Cesaret yalnızca kişi zaman zaman kendi özgürlüğüne dair kararlar verirken değil, özgür ve sorumlu bir birey haline gelebilmek için benliğini inşa ederken verdiği tüm kararlarda da gereklidir.

s.220

… içsel özgürlüğü korumak ve içimizde yeni yerler keşfetmek üzere çıkılan yolculuğa devam etmek, dışsal özgürlük için muhalif bir duruş sergilemekten daha fazla cesaret gerektirir.

s.223 – s.224

… kendini beğenmişlik ve narsisizmi övülmek ve beğenilmek için duyulan kompulsif ihtiyaç olarak tanımlıyoruz: insanlar bu yüzden cesaretlerinden vazgeçiyorlar. Düzelmeyecek kendini beğenmiş ve narsisist insanın dışarıdan bakıldığında kendini aşırı derecede koruması ve herhangi bir risk almayıp bir korkak gibi davranmasının nedeni kendine fazla değer vermesidir. Aslında durum tam tersidir ihtiyaç duyduğu övgü ve yüceltmeye erişebilmek için bir meta olarak kendini korumak zorundadır, çünkü anne yahut babasının övgüleri olmadığında kendini değersiz hisseder. Cesaret kişinin haysiyetiyle öz güveninden kaynaklanır ve kendini küçük gören kimseler cesur değildir. Başkalarının sürekli olarak “çok iyi biri” ya da “çok zeki ve çok güzel” demesine ihtiyaç duyanlar kendilerini sevdikleri için değil, güzel yüz ya da zeki beyin ya da kibar davranışlar ebeveyn onayını almalarını sağladığı için böyle davranırlar. Bu da kişide kendi benliğine karşı bir küçümseme duygusu uyandırır: halkın gözünde yüceltilen çoğu yetenekli insan terapinin güvenli ortamında kendilerini üçkâğıtçı gibi hissettiklerini itiraf eder.

Kendini beğenmişlik ve narsisizm –yani övülmek ve beğenilmek için duyulan kompülsif ihtiyaç- kişinin cesaretini baltalar, zira bu durumda kişi mücadeleye kendisinin değil bir başkasının görüşü için devam eder. Japon filmi Rashomon’da dövüşmek kendi seçimleri olduğunda adam ve hırsız neredeyse kendilerini kaybederek dövüşürler. Oysa başka bir sahnede adamın eşi onlarla alay ettiğinde ve bu kez kadının onlardan beklentisini karşılayabilmek için dövüşmeye başladıklarında doğru dürüst çaba göstermezler: aynı vuruşları yaparlar fakat sanki görünmez bir ip onları kollarından çekiyordur.

… kişi bir gün eylemi başka birinin övgüsünü kazanmak için yaptığında, eylemin kendisi zayıflık ve değersizlik hislerinin canlı bir göstergesi halini alır: yoksa davranışlarımızın layığının verilmemesine gerek olmazdı. Bu durum çoğu zaman “korkaklık” hissi uyandırır ki bu da en acı aşağılamadan biridir: kendi yenilgine bilerek destek olmanın yarattığı aşağılama. Düşman güçlü olduğu için yenilmek, hatta savaşmayı reddederek yenilmek bu kadar kötü değildir; fakat korkakça davranarak kendi gücünü galip gelecek olan tarafa sattığını bilmek; işte en acısı kişinin kendi benliğinin bu ihanetidir.

s.225

İçinde bulunduğumuz konformizm çağında cesaretin ayırıcı özelliği kendi görüşlerinin arkasında durabilmektir. İnatla yahut küstahça (bunlar cesaretin değil savunuculuğun tanımlarıdır) yahut bir tür misilleme edasıyla değil de gerçekten inandığımız için.

s.226

En fazla cesaret gerektiren zorlu adımsa bizden beklentileri olan ve yanlarında kanun koyma hakkına sahip olduğumuz kişileri inkâr etmektir. Ve bu aynı zamanda en korkutucu adımdır. Kişinin ne kadar sınırlı ve kusurlu olduğunu bilmesine rağmen kendi standart ve yargılarına dair sorumluluğu kabullenmesi anlamına gelir.

s.228

Sevgi kelimesinden daha fazla anlamı karşılayan hiçbir kelime yoktur ve bu anlamların çoğu dürüst değildir, yani ilişkinin altında yatan gerçek nedenlerin üzerini örterler.

s.230 -231

Günümüzdeki sevgiye dair karmaşa öyle bir boyuta ulaştı ki sevginin tanımına ilişkin ortak bir kanıya dahi ulaşmak güç. Sevgiyi diğer kişinin varlığından keyif almak ve kendi değerimizle gelişim sürecimizi olduğu kadar onunkini de olumlamak şeklinde tanımlıyoruz. Dolayısıyla sevgiye dair daima iki etmen oluyor: öteki insanın değeri ve iyiliği ile ilişkideki kişinin kendi neşesi ve mutluluğu.

Sevme becerisi özfarkındalığı gerektirir, çünkü sevmek diğer insanla empati kurabilmek, onu takdir edip potansiyelini olumlamak demektir. Sevgi aynı zamanda özgürlük de gerektirir; sevgi özgürce verilmediğinde gerçek anlamda sevgi değildir.  bir kimseyi, başka birini sevme özgürlüğünüz olmadığı yahut söz konusu kişiyle doğuştan gelen tesadüfi bir kan bağınız olduğu için sevmek sevgi sayılamaz. Bunun da ötesinde, kişi birini söz konusu insan olmadan yapamayacağı için “seviyorsa” o sevgi isteyerek verilmiyordur; çünkü kişi böyle bir durumda sevmemeyi seçemez. Bu tür özgür olmayan bir “sevgi”nin ayırıcı özelliği ayrım yapmamasıdır: “sevilen” kişinin özelliklerini yahut varlığını bir başkasının gözünden ayırmaz. Böyle bir ilişkide sizi sevdiğini iddia eden kişi tarafından gerçek anlamda “görülmezsiniz”; hatta başka biri dahi olabilirsiniz. Böyle ilişkilerde ne seven ne de sevilen kişi birey gibi davranır; seven kişi özgür değildir, sevilen kişi ise yalnızca sımsıkı tutulacak bir nesne olarak önem taşır.

Toplumumuzda – içinde barındırdığı çeşit çeşit endişeli, yalnız ve boş insanıyla- sevgi kılığına bürünmüş çok farklı bağımlılık biçimleri vardır.

s.235

Gerçeği Görme Cesareti

Yepyeni bir dünyayı aydınlatan şimşeklerden farksız aforizmalarından birinde Nietzsche şöyle der: “Hata korkaklıktır!” Yani başka bir deyişle, gerçeği görmememizin nedeni yeterince kitap okumamış olmamız ya da yeterli akademik eğitime sahip olmamamız değil de yeterince cesur olmamamızdır.

 s. 256

…geleceğin değerini garantilemenin en etkili yolu şimdiki zamanla cesur ve yapıcı bir şekilde yüzleşmektir. 

s.260

… en derine inildiğinde hangi çağda yaşadığımızın bir önemi yoktur.

Temel soru, bireyin kendine ve yaşadığı döneme dair ayrımsamasıyla birlikte verdiği kararların nasıl özgür ve kendi içsel bütünlüğüne uygun bir hayat sürmesini sağladığıdır.

s.261

Önemli olan insanın yirmi, kırk ya da altmış yaşında olması değildir: Asıl önemli olan. Kişinin kendi gelişim düzeyindeki bilinçli karar verme kapasitesini tam anlamıyla kullanıp kullanamadığıdır.

Yirmi yaşındayken, “Yaşamaya asıl otuz beş yaşıma gelince başlayacağım.” diyen birinin bu ifadesi kırk ya da elli yaşındayken, “Gençliğim elden gittiği için doyasıya yaşayamıyorum” diyen birinin ifadesi kadar hatalıdır. Durum daha yakından incelendiğinde ilginç bir şekilde elli yaşında hayıflanarak kişinin aslında yirmi yaşında hayatı erteleyenle aynı kişi olduğunu görüyoruz ki bu durum temas etmeye çalıştığımız noktayı daha isabetli bir şekilde ortaya koymakta.

s. 262 – 263 - 264

İnsanoğlunun görevi ve yapabileceği şey başlangıçtaki durumundan, yani gerek bir fetüs olarak geçmişte kalan kendi varlığından gerekse sembolik olarak konformist, robotlaşmış bir toplumun kendi adına düşünmeyen ve özgür olmayan bir parçası olma durumundan uzaklaşmak, özfarkındalığın doğuşuyla, büyüme süreci, iyi bilinen bir ortamdan yabancı bir ortama geçerken ortaya çıkan sancılar, seçenekler ve ilerlemelerle kendi benliğine dair günbegün artan bir bilinç ve dolayısıyla her geçen gün genişleyen özgürlük ve sorumluluk duygusuyla ana rahminden, ya da ana rahminden yalnızca bir adım ötedeki ensest halkasından kurtularak özgürce seçilen sevgi ve yaratıcı çalışmayla gittikçe artan bir şekilde bütünleşmektir.  Bu yolculukta attığı her adımla zamanın otomatik akışının kölesi olmayı reddederek zamanı aşan, yani hayata dair kendi seçimi olan anlama göre yaşayacaktır. Dolayısıyla otuz yaşında cesur bir şekilde ölebilen (kendi hayatından vazgeçme zorunluluğuyla cesurca yüzleşebilmesini sağlayan bir özgürlük ve farklılaşma seviyesine ulaşabilmiş) kimse seksen yaşına gelip de ölüm döşeğinde hala gerçeklerden korunmak için yalvaran kimseden daha olgundur.

Bunun pratikte etkisi insanların hayatlarının her anını özgür, dürüst ve sorumlu bir şekilde yaşamayı amaç edinmeleri olabilir. Böylelikle kişi soluk aldığı her an yapabildiği ölçüde kendi doğasını ortaya çıkarıp evrimsel görevini gerçekleştirmeye çalışır. Dolayısıyla insan kendi doğasının özüne ulaşıp bunu açığa çıkarabilmenin mutluluk ve hazzını yaşar.

Özgürlük, sorumluluk, cesaret, sevgi ve içsel bütünlük asla kimse tarafından mükemmel bir şekilde hayata geçirilemeyen ideal özellikler olmalarının yanı sıra bütünlüğe uzanan yola çıkmamıza anlam katan psikolojik hedeflerdir… Sokrates, hayatı yaşamanın ideal yolundan ve ideal toplumdan bahsederken Glaucon araya girer: “Sokrates, dünya yüzeyinde anlattığına benzer bir ‘Tanrı Kenti’ olduğuna inanmıyorum.” Sokrates şöyle yanıt verir: “Böyle bir kent ister yalnızca cennette isterse de günün birinde dünyada var olacak olsun fark etmez;  diğer kentlerle işi olmayan bilge kişi bu kentin usullerine göre yaşar ve onu örnek alarak kendi hayatını düzene sokar.”

Haset ve Şükran

  Melanie Klein - Haset ve Şükran Çeviri: Orhan Koçak - Yavuz Erten Yayıncı: Metis  7.  Basım - İstanbul 2021 99 sayfa s. 9 Klein'ın kur...