Çeviri: Kerem Işık
Yayıncı: Okuyan Us
18. Baskı - İstanbul/ Kasım 2019
267 sayfa
s. 17
Günümüz insanının en büyük içsel
sorunları nelerdir? Savaş tehdidi, askere alınma, ekonomik belirsizlik gibi insanları rahatsız
eden dışsal durumları eşeli dediğimizde ne gibi çatışmalarla karşılaşırız?
Şimdiye dek hep olageldiği gibi, içinde bulunduğumuz çağda da insanlar
psikolojik bozuklukları mutsuzluk, evlilik yahut meslek seçimi konusundaki
kararsızlıklar, hayata dair genel bir umutsuzluk ve anlamsızlık hissi gibi
çeşitli belirtilerle tanımlamaktadırlar. Peki, ama bu belirtilerin altında yatan şey
nedir?
Yirminci yüzyılın başlangıcında,
bu tür sorunların en yaygın nedeni Sigmund Freud tarafından çok iyi bir şekilde
tanımlanmıştı: kişinin hayatın içgüdüsel, cinsel boyutuyla bunların sonucunda
ortaya çıkan cinsel dürtüler ve sosyal tabular arasındaki çatışmaları
kabullenme güçlüğü. Daha sonra, 1920’li yıllarda Otto Rank insanların o dönemde
yaşadığı psikolojik sorunların kökeninde aşağılık, yetersizlik ve suçluluk
duyguları olduğunu yazdı. 1930’lu yıllardaysa psikolojik çatışmanın odağı bir
kez daha kaydı: o dönemdeki ortak payda, Karen Horney’nin de belirttiği gibi, genellikle kimin kimi geçtiğine dair hislere
bağlı rekabet duygusunun bireyler ve gruplar arasında yarattığı düşmanlıktı.
Peki, içinde bulunduğumuz yirminci yüzyılın ortasındaki kök sebepler neler?
s.18
İçi Boş İnsanlar
Klinik çalışmalarımın yanı sıra psikoloji ve psikiyatri alanındaki meslektaşlarımın deneyimlerine dayanarak yirminci yüzyılın ortasında insanların en büyük sorununun boşluk duygusu olduğunu belirtmem size şaşırtıcı gelebilir. Bunu söylerken insanların yalnızca ne istediklerini bilmemelerini değil, ne hissettiklerine dair de hiçbir fikirleri olmayışlarını kastediyorum. Özerklikten bahsettiklerinde yahut karar verememekten yakındıklarında –her çağda var olan –tüm bu sorunların altında kendi arzu yahut istekleriyle ilgili kesin görüşlere sahip olmayışlarının yattığı görülüyor. Böylelikle anlamsızlık ve boşluk gibi acı verici duygularla sağa sola yalpalayıp durdukları hissine kapılıyorlar. Onların destek almaya sevk eden şey duygusal ilişkilerinin sürekli olarak ayrılıkla noktalanması, evlilik planlarını bir türlü gerçekleştiremedikleri yahut eşlerinin onları tatmin etmemesi gibi şikayetler olabilir ne var ki konuşmaya başladıktan sonra çok geçmeden ister gerçek isterse hayalini kurdukları eşlerinden aslında kendi içlerindeki bir eksikliği gidermesini yahut bir boşluğu doldurmasını bekledikleri ve bu gerçekleşmediği için endişeye ya da öfkeye kapıldıklarını açığa vuruyorlar.
s.21
Psikolojik destek almaya gelen insanların kendilerini içi boş ve anlamsız hissettikleri doğru olabilir, ama bunlar çoğunluk için geçerli sayılamayacak sinirsel sorunlar değil mi? Buna yanıt olarak elbette ki psikoterapist ve psikiyatristlerin muayenehanelerine gelen kişilerin nüfusun tamamını temsil eden bir kesit olmadığını belirtmeliyiz. Genelde bu kimseler toplum tarafından kabul gören alışılagelmiş bahane ve savunmaların işe yaramadığı kişilerdir. Sıklıkla da toplumun daha duyarlı ve yetenekleri bireyleridirler; desteğe ihtiyaç duyarlar çünkü içsel çatışmalarının üstünü geçici olarak örtebilen “uyum sağlamış” bireylere kıyasla rasyonel düşünme konusunda daha başarısızdırlar. 1890’lı yıllar ve içinde bulunduğumuz yüzyılın başında Freud’un daha sonra ayrıntılı bir şekilde aktaracağı cinsel semptomlarla kendisine başvuran hastaları Viktoryen kültürü temsil etmiyordu: onların etrafındaki çoğu insan dönemin alışılmış tabu ve mantığına uygun şekilde yaşamaya devam ederek tiksinti verici olduğuna inandıkları cinselliğin üzerinin mümkün olduğunca örtülmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın ardından 1920’li yıllarda bu cinsel sorunlar alenileşip bir tür salgın haline geldi. Dönemin Avrupa ve Amerika’sında yaşayan entelektüel kesimin neredeyse tamamı on yahut yirmi yıl öncesine kadar yalnızca az sayıda insanın mücadele ettiği cinsel arzularla sosyal tabular arasındaki çatışmayı hisseder oldu. Freud hakkındaki düşünceleriniz ne kadar olumlu olursa olsun, bu gelişmeyi yalnızca onun yazdıklarına bağlamak toyluk olur; Freud bu durumu yalnızca öngördü. Dolayısıyla toplumun psikolojik yüzeyinin altında yatan çatışma ve gerginlikler bağlamında kayda değer bir barometre işlevi görerek bunları ortaya çıkaran kesim aslında nispeten az sayıda insandan -içsel bütünlüğe erişme çabaları esnasında psikoterapik destek almaya karar verenlerden- oluşuyordu. Bu barometre ciddiye alınmalıdır, çünkü henüz ortaya çıkmamış fakat yakın zamanda toplumun geniş bir bölümünü etkileyebilecek bozukluk ve sorunların en iyi göstergelerinden biridir.
s. 22
Günümüzün tipik Amerikan
karakteri, “dış yönelimli”. Göze çarpmak değil “uyum sağlamak” istiyor;
kafasında başka insanların kendisinden neler beklediğini tekrarlayıp duran bir
radarla dolaşıyor gibi(David Riesman- Yalnız Kalabalık). Bu radar dürtü ve talimatları başkalarından
alıyor; tıpkı kendini bir aynalar toplamı olarak tanımlayan adam gibi tepki
verebiliyor ama seçim yapamıyor; kendine özgü etkin bir dürtüsü yok.
s.27
Bu boşluk duygusunun kökeni
nedir? Sosyolojik ve bireysel olarak gözlemlediğimiz boşluk ya da hiçlik
duygusu insanların sahiden boş oldukları veya duygusal bir gizilgüce sahip
olmadıkları şeklinde yorumlanmamalıdır. Boşluk duygusu genellikle insanların,
hayatlarına yahut içinde yaşadıkları dünyaya ilişkin etkili bir şey yapmaktan
aciz olmalarını hissetmelerinden kaynaklanır. İçsel boşluk duygusu kişinin
yılların birikimiyle hayatına yön verme, başka insanların ona olan
davranışlarını değiştirme yahut içinde bulunduğu dünyayı etkileme gücünün
olmadığına dair inancının bir sonucudur. Böylelikle günümüzde pek çok insan
gibi derin bir çaresizlik ve anlamsızlık hissine kapılır. Ve istekleriyle
hisleri gerçek anlamda bir fark yaratamayacağı için çok geçmeden istemek ve
hissetmekten vazgeçer. Duyarsızlık ve hissizlik de endişeye karşı birer savunma
yöntemidir. Kişi sürekli olarak üstesinden gelemeyeceği tehlikelerle
yüzleştiğinde nihai savunması bu tehlikeleri hissetmekten kaçınmaktır.
s.31
Modern insanın yalnızlığının
diğer yüzüyse yalnız kalmaktan duyduğu derin korkudur.
s.32
“Güncel kalma” baskısı; insanların
başkalarıyla bir arada olduklarında aldıkları keyif ve hissettikleri samimiyet,
edindikleri duygu, düşünce deneyim zenginliği gibi gerçekçi dürtülerden çok
daha baskın çıkıyor.
…
Günümüzdeki fark yalnızlık
korkusunun çok daha yoğun olması ve ona karşı geliştirilen savunmaların
(oyalayıcılar, sosyal etkinlikler ve “beğenilme”) daha katı ve zorlayıcı
olmalarıdır.
s.34
Yalnız kalma korkusunun temelinde
kendimize dair farkındalığımızı yitirme endişesi vardır. İnsanlar uzun süre
boyunca etraflarında konuşacak kimse yahut boşluğa ses çıkaran bir radyo
olmadan yalnız kaldıklarında kendilerini “ boşlukta” hissetmekten, sınırlarını
yitirmekten ve kendilerine yön vermelerini sağlayacak hiçbir şey bulamamaktan
korkar.
…
Her insan kendi gerçekliğine dair hislerin çoğunu başkalarının kendisi hakkında söyledikleri yahut düşündüklerinden edinir. Fakat çoğu modern insanın gerçeklik duygusu konusunda başkalarına olan bağımlılıkları öyle bir noktaya varmıştır ki onlar olmadan var olma hissini yitireceklerini düşünürler.
s. 35
Kişinin uyum sağlama yöntemleri
tehdit altına girdiğinde ve çevresinde başka insanlar olmadığında o kişi kendi
içsel kaynaklarına ve içsel gücüne başvurmak zorundadır ve işte modern
insanların geliştirmeyi es geçtikleri şey de budur. Bu yüzden yalnızlık çoğu
insan için hayal mahsulü değil başlı başına gerçek bir tehdittir.
Sosyal kabul görmek, bir başka
deyişle “beğenilmek”, yalnızlık hissini uzak tuttuğu için son derece güçlüdür.
Kişi tanıdık bir sıcaklıkla çevrilidir; gruba uyum sağlamıştır. Psikanalizdeki
sembollerin en uç noktası ana rahmine dönüşte olduğu gibi emişmiştir sanki.
Yalnızlığını geçici bir süreliğine de olsa unutmuştur; fakat bunun bedeli başlı
başına bir benlik olarak varlığından vazgeçmektir. Ve onu uzun vadede
yalnızlıktan yapıcı bir şekilde kurtarabilecek tek şeyi, yani kendi içsel
kaynaklarını, gücünü ve yönelim duygusunu geliştirerek başkalarıyla
ilişkilerini bu temelin üzerine oturtmayı reddeder. Ne kadar “birbirlerine
yaslansalar” da bu “doldurulmuş insanlar” önünde sonunda daha da yalnızlaşmaya mahkûmdurlar;
ne de olsa içi boş insanlar sevmeyi öğrenmelerini sağlayacak bir temelden
mahrumdurlar.
Modern insanın bir diğer özelliği
olan endişe, boşluk ve yalnızlıktan çok daha temeldir. Bizi endişe adı verilen o
tuhaf psikolojik acı ve karmaşaya yem yapmasa “içi boş” ve yalnız olmak bizi
rahatsız etmezdi.
s.39
… endişenin aynı zamanda bir çatışmanın işareti olduğunu da kendimize hatırlatmakta fayda vardır ve çatışmalar sürdüğü müddetçe yapıcı bir çözüm her zaman olasıdır.
s. 40
Korktuğumuzda bizi neyin tehdit ettiğini biliriz, içinde bulunduğumuz durum bizi harekete geçirir, algılarımız keskinleşir ve tehlikenin üstesinden gelmek için kaçmayı ya da başka uygun yöntemlere başvurmayı deneriz. Endişeye kapıldığımızdaysa yüzleştiğimiz tehlikeyi atlatabilmek için nasıl adımlar atmamız gerektiğini bilmeyiz. Endişe “yakalanma”, “şaşkına dönme” hissidir ve algılarımız keskinleşmek yerine daha bulanık ve belirsiz bir hal alır.
s. 42
Şimdiki tehlikeler geleceğe dair
kurgulardan daha az tehlikelidir (Shakespeare / Macbeth, Oyun 1, Sahne 3)
s. 45
… kendimize dair algımız
güçlendikçe endişeye karşı durup onu alt etme olasılığımız da o denli artar.
Endişe de tıpkı yüksek bir ateş gibi içsel bir mücadelenin sürdüğünün
işaretidir. Nasıl ki ateşlenmek bedenin fiziksel güçlerini toplayarak
enfeksiyona karşı bir mücadeleye giriştiğinin göstergesiyse, endişe de
psikolojik ya da tinsel bir mücadelenin kanıtıdır.
…
Nevrotik endişe doğanın bize
çözmemiz gereken bir sorunumuz olduğunu gösterme yöntemidir. Aynı şey normal
endişe için de geçerlidir; bu da bizi içsel gücümüzü toplayıp karşılaştığımız
tehditle savaşmaya zorlayan bir kalk borusudur.
s.60
… bir çok insan davranışlarının
değerini davranışın kendisiyle değil de bu davranışın nasıl kabul gördüğüyle
ölçüyor. Pasif olan alıcı kendisine yöneltilen şeyi başarılı yahut başarısız
kılacak güce sahip. Dolayısıyla biz de hayatta birey olarak yaşayıp
davranmaktansa oyuncu olma eğilimine kapılıyoruz.
s.91 - 92
Tıpkı hiç yürümediğinizde bacaklarınızın
hamlaşması gibi, organizmalar da potansiyellerini tam olarak
kullanamadıklarında hastalanırlar. Nevrozun özünde bu yatar; potansiyeller
çevredeki (geçmiş yahut gelecekte) düşmanca koşullar ve içsel çatışmalar
tarafından engellenip kullanılmadığında kişinin içine dönerek onu hasta eder.
“Enerji sonsuz hazdır” demiştir William Blake; “Arzulayıp da eylemeyen hastalık
üretir”.
…
Ancak insanoğlu potansiyellerini gerçeğe dönüştürebildiğinde mirasçısı olduğu en derin neşeyi yaşar.
s.94
… kişi kendisini fazla
önemsememelidir ve cesur bir alçakgönüllülük gerçekçi ve olgun bir kişiliğin
işaretidir. Ancak durumu şişinmek ve ukalalık derecesine getirerek kendini
gereğinden fazla önemsemesi kişinin benliğine dair daha geniş bir farkındalığa
sahip olması yahut özsaygısının yüksekliğine işaret değildir. Hatta durum tam
tersidir. Şişinmek ve ukalalık genellikle içsel bir boşluk ve kişinin kendinden
şüphe ettiğinin belirtisidir; endişe hissinin üzerini örtmek için en sık
başvurulan yöntem gurur gösterisi yapmaktır. Kendini güçsüz hisseden kimse
zorbalaşır, daha da güçsüz olanlarsa kabadayılaşır; el kol oynaması, çok
konuşma, ukalalık yapma ve işi yüzsüzlüğe vurma eğilimi bir kişi yahut gruptaki
gizil endişenin başlıca belirtilerindendir. Kasıla kasıla yürüyen Mussolini ve
psikopatik Hitler’in resimlerini gören herkesin bildiği üzere faşizmde muazzam
bir kibir söz konusudur; ancak faşizm boş, endişeli ve çaresiz olduğundan
megalomanca vaatlere sıkı sıkıya sarılan insanlarda ortaya çıkar.
s.95 – 96 - 97
Kendilerine dair değer hislerini
neredeyse tamamen yitirmek üzere olan kimseler genellikle kendi kendilerini
suçlama eğilimindedirler, zira değersizlik ve aşağılanma duygularının yarattığı
keskin acıyı bastırmanın en kolay yolu budur. Sanki kişi kendi kendine şöyle
der: “Suçlanmaya bu denli değdiğime göre önemli olmalıyım” ya da “ Bakın ne
kadar yüceyim: son derece yüksek olan ideallerime ulaşamadığımda kendimden
utanıyorum.” Bir psikanalistin açıkça ifade ettiği üzere, psikanaliz esnasında
kişi önemsiz günahlar için kendini durmaksızın payladığında, “Kim olduğunu
sanıyorsun?” diye sormak istiyormuş. Kendi kendini suçlayan kişi çoğu zaman
Tanrı’nın onu cezalandırmakla uğraşmasını gerektirecek kadar önemli biri
olduğunu göstermeye çalışmaktadır.
Dolayısıyla kişinin kendi kendine
yönelttiği suçlamaların çoğu küstahlıklarının üstünü örtmeye yarar. Kendi
kendilerini suçlayarak kibirlerini alt ettiklerini belirten kimseler
Spinoza’nın şu sözleri üzerinde düşünmelidir: “Gururlu (kibirli) bir insan
olmaya en çok yaklaşanlar kendilerinden tiksinenlerdir.” Antik çağlarda işçi
sınıfının oylarını alabilmek için üzerinde koca koca delikler olan bir paltoyla
ortalarda gezen bir politikacı gören Sokrates onun ikiyüzlülüğünü şu sözleriyle
açığa vurmuştur: “Paltondaki deliklerden kibrin görünüyor.”
Günümüzde bu kendi kendini suçlama mekanizması
özellikle psikolojik depresyon vakalarında gözlemlenebilir. Ebeveynleri
tarafından sevilmediğini hisseden çocuk kendi kendine şöyle diyebilir: “ Eğer
farklı olsaydım, kötü bir çocuk olmasaydım beni severlerdi.” Bu sayede
sevilmemenin dehşetiyle yüzleşmekten kaçınmış olur. Aynı şey yetişkinler için
de geçerlidir: kendi kendilerini suçlayabildikleri müddetçe yalnızlıklarının yahut
hissettikleri boşluk duygusunun sebep olduğu acıyı çekmek zorunda kalmazlar ve
böylelikle sevilmedikleri gerçeği birer birey olarak değerlerine gölge
düşürmez. Ne de olsa hep şunu tekrarlayabilirler: “ Şöyle bir kötü huyum ya da
alışkanlığım olmasaydı sevilirdim.”
İçi boş insanların yaşadığı
çağımızda kendi kendini suçlamaya verilen önem hasta bir atı kamçılamaktan
farksızdır: geçici bir hareketlenme sağlasa da önünde sonunda kişinin
saygınlığının nihai çöküşünü hızlandırır. Özsaygının yerini kendi kendini
suçlamanın alması bireye kendi yalnızlık, değersizlik sorunlarıyla açık, dürüst
bir şekilde yüzleşmekten kaçınmak için bir yöntem sunar ve içinde bulunduğu
durumla gerçekçi bir şekilde yüzleşip elinden geleni yaparak yapıcı bir uğraş
vermek isteyen kişinin dürüst tevazuu yerine yalancı bir mütevazılık hali yaratır.
Ayrıca kendi kendini suçlama tercihi kişinin kendinden nefret etmesini
makulleştirerek zaten var olan bu eğilimi güçlendirir. Ve kişinin başkalarına
karşı takınacağı tavırlar genellikle kendine karşı takındığı tavırlarla
paralellik gösterdiğinden, başkalarından nefret etmeye karşı içinde
barındırdığı gizli eğilim de makulleşerek güçlenmiş olur. Kendini değersiz
hissetmekle kendinden ve başkalarından nefret etmeye uzanan yol fazla uzun
değildir.
s.97
Kendini aşağılamanın öğretildiği
çevrelerde kişi kendi varlığına dahi katlanamazken neden başkalarını kendisiyle
olmaya zorlayacak kadar küstah ve düşüncesiz olması gerektiğine dair bir
açıklama elbette ki asla getirilmez. Bunun da ötesinde, kendi “ben”imizden
nefret edip nefret dolu benliğimize rağmen başkalarının bizi seveceğini umarak
onları sevmemizi salık veren ya da kendimizden nefret ettikçe boş bulunup bu
aşağılık “ben”i yaratma hatasına düşen Tanrı’yı daha çok seveceğimizi ifade
eden öğretideki bariz çelişkiler hiçbir zaman tam olarak açıklanmaz.
s.100
… kendini sürekli “gözlemlemek”,
kendini bir nesne gibi algılamak kendine yabancılaşmaktır.
s. 102
Birkaç yüzyıldır süregeldiği haliyle bedenin modern çağdaki sanayileşmeye hizmet eden cansız bir makineye indirgenmesi sonucunda insanlar bedenlerine kulak vermemekle gurur duymaktadırlar. Onu sanki benzini bitene dek sürülebilecek bir kamyon gibi suiistimal edebilecekleri bir nesne olarak görürler.
s.113
Özfarkındalığa verdiğimiz önem
kesinlikle canlı, bütünleşik bir benliğin ifadesini içermekte ama aynı zamanda
eylemciliğin -bir başka deyişle özfarkındalıktan kaçıyormuş gibi yapmanın-
taban tabana zıttı. Canlılık çoğu zaman harekete geçmeme, yaratıcı bir
tembellik kapasitesi anlamına gelir ki bu durum birçok modern insan için bir
şeyler yapmaktan daha güçtür. “Tembellik etmek” diye isabetli bir şekilde yazar
Robert Louis Stevenson: “Güçlü bir kişisel kimlik gerektirir.” Bizim
önerdiğimiz şekliyle özfarkındalık büyük resme daha sakin canlılık hallerini -örneğin
Batı dünyasının maalesef kaybettiği tefekkür ve meditasyon sanatlarını- geri
getirir. Yalnızca bir şeyler yapmaktan ziyade bir şey olmaya yeni bir saygınlık
kazandırır. Benliğimizle bu tür bir ilişki kurabildiğimizde -çok çabalayan ve
üreten- modern çağ insanı için çalışmak, kendimizden kaçma ya da değerimizi
kanıtlama mücadelesi olmaktan çıkarak, hem kendi dünyasıyla hem de insanlığın
geri kalanının dünyasıyla ilişkisini bilinçli bir şekilde onaylamış kişinin
spontane güçlerinin yaratıcı bir ifadesi olacak.
s.117
Psikolojik Göbek Bağını Kesmek
Doğumuyla birlikte göbek bağı
kesilen bebek fiziksel bir birey halini alır bir gül ancak zaman içinde
psikolojik göbek bağı kesilmediği takdirde ebeveynlerinin bahçesinden çıkamayan
bir bebek olarak kalır. İpinin izin verdiğinden daha uzağa gidemez. Gelişimi
engellenmiştir ve teslim edilen büyüme özgürlüğü içten içe dargınlık ve öfkeye
dönüşür. Bunlar, iplerinin izin verdiği mesafelerde son derece rahat bir
şekilde yaşarken evlilikle yüzleştiklerinde ya da işe gittiklerinde veya önünde
sonunda ölümle yüzleştiklerinde altüst olan insanlardır. Yaşadıkları her krizde
mecazen ya da kelimenin gerçek anlamıyla “annelerine dönme” eğilimindedirler.
s. 124
Freud, çatışmanın babayla oğul
arasında olmasının, babanın oğlunu
sürmeye, gücünü elinden almaya, “iğdiş etmeye” çalışmasının ve oğlunun da tıpkı
Ödip gibi kendi var olma hakkını kazanmak için babasını öldürmek zorunda
kalmasının evrensel düzeyde bir gerçeklik olduğuna inanmıştır. Ancak artık ödip
“kompleksinin” evrensel olmayıp kültürel ve tarihsel etmenlere bağlı olduğunu
biliyoruz. Freud “Alman baba” toplumunda yetişmişti. Yirminci yüzyılın ortasına
geldiğimiz bu dönemde ülkemizde baskın figürün baba yerine anne olduğu, yirmi
ila elli yaş arasında en büyük sorunların anneyle olan ilişkide yaşandığı ve Orestes
mitinin birçok insanın deneyimlerini çok benzer şekilde karşılayabildiği
yönünde fazlasıyla kanıt bulunmakta. Bunları yalnızca psikoterapi seansları
esnasında profesyonel anlamda birlikte çalıştığım kişilerin derinlerde yatan
duygularıyla rüyalarını temel alarak değil, aynı zamanda görüştüğüm diğer
terapistlerin deneyimlerini de göz önünde bulundurarak ifade ediyorum.
s.145
Bir tavır yahut yahut duyguyu
bastırdığımızda yüzeysel olarak bu duyguya zıt bir şekilde davranıp zıt bir
tavır takındığımız artık bilinen bir psikolojik eğilim. Örneğin kendinizi
hoşlanmadığınız birine karşı aşırı kibar davranırken bulabilirsiniz. Eğer genel
anlamda endişeden uzaksanız böyle bir aşırı kibarlığa kapıldığınızda, Aziz
Paul’den alıntılamak gerekirse, kendi kendinize şöyle diyebilirsiniz: “Düşmanıma
iyi davranıyorum ki kafasına kızgın kömür boşaltabileyim!” Ama zorlu bir
gelişim süreci geçiren daha az güvenli biriyseniz bu nefret ettiğiniz insanı
aslında sevdiğinize dair kendinizi ikna etmeye kalkışabilirsiniz. Baskın bir
anne, baba ya da bir başka otorite figürüne aşırı bağımlı olan kimsenin
nefretini gizlemek için onu seviyormuş gibi yapması sık rastlanan bir durumdur.
s. 146
Bunun da ötesinde, nefret ve kırgınlığımızla açık bir şekilde yüzleşmediğimizde er ya da geç kendi kendine acıma duygusuna dönüşürler ki bu durumun kimseye faydası yoktur. Kendi kendine acıma nefret ve kırgınlığın “korunmuş” halidir. Kişi böylelikle nefretini “besleyip” kendi kendine acıyarak, ne kadar zorlu bir hayat sürdüğünü yahut ne denli acı çektiğini düşünerek -ve bunu değiştirmek için hiçbir şey yapmayarak- psikolojik dengesini sağlayabilir.
s.153
Özgürlük, insanın kendi
gelişiminde rol oynamasıdır. Kendi kendimize şekil verme kapasitemizdir.
s.156-s.157
İnsanoğlu hayatını incelemenin
verdiği güçle kendisini çevreleyen olayların ötesine geçebilir. Tüberküloz
hastası, Romalı filozof Epiktetus gibi senin kentlerinde geliyor bir köle yahut
idama mahkûm edilmiş bir tutuklu da özgür olsa bu gerçeklerle kuracağı ilişkiyi
seçme özgürlüğüne sahiptir. Ve ölüm gibi acımasız bir gerçekle nasıl bir ilişki
kurduğu kendisi için ölüm gerçeğinden daha önemli olabilir. Özgürlük en iyi
şekilde Sokrates’in ödün vermektense baldıran otunu içmeyi yeğlemesi gibi
çarpıcı örneklerle ifade edilebilir; ama aslında içinde yaşadığımız toplum gibi
kendini kaybetmiş bir toplumda psikolojik ve tinsel bütünlüğe ulaşmaya
çabalayan insanın gündelik özgürlük adına verdiği çaba çok daha çarpıcıdır.
Dolayısıyla özgürlük yalnızca
belirli bir karara “evet ya da “hayır” demek değildir: kendimizi şekillendirip yaratma
gücüdür. Nietzsche’nin deyişiyle özgürlük, “asıl olduğumuz şeye dönüşme”
kapasitesidir.
s.160
Özgürlük kendi kendini ortaya
çıkmaz; elde edilir. Ve tek bir hamleyle elde edilemez; her gün yeni baştan
kazanılmalıdır.
s.164 – s.165
Kişi bilinçli olarak yaşamayı
seçtiğinde öncelikle kendi kendine olan sorumluluğu yeni bir anlam kazanabilir.
Hayatına karşı sorumluluğunu taşıması gereken bir yük olarak görmeye
başlayabilir. Ne de olsa artık bu kişi kendi verdiği bir karar sayesinde
hayatına devam edebilir.
Gerçekleşen diğer şeyse dışarıdan
gelen disiplinin artık öz disiplin halini almasıdır. Disiplini dayatıldığı için
değil (zira kendi hayatına son verme özgürlüğüne sahip birine kim herhangi bir
şey dayatabilir ki!) hayatına dair ne yapmak istediğini daha özgür seçebildiği
ve ulaşmak istediği değerler uğruna disiplinin gerekliliğini gördüğü için kabul
eder. Bu özdisipline süslü püslü isimler verilebilir. Nietzsche buna “kaderini
sevmek” derken, Spinoza hayatın kanunlarına itaatten bahsediyordu. Ancak süslü
terimlerele bezenmiş olsun olmasın, buna olgunluğa ulaşma çabası veren herkesin
er ya da geç aldığı bir ders olduğuna inanıyorum.
s.168
…ne istediğini bilmek basitçe
olgunlaşan insanın kendi değerlerini seçebilme becerisini temeldeki
karşılığıdır. Kişinin olgunluğunun hayatının kendi seçtiği amaçların
etraflarına kurmasıyla belirlenir: ne istediğini biliyordur.
s. 169
… kuşkuculuk ve şüphenin her düşünceye
eşlik ettiği geçiş çağlarında bireyin işi daima zordur.
s.192
Dinin nevrotik kullanımlarının
bir ortak noktası vardır: bireyin yalnızlığı ve endişesiyle yüzleşmek zorunda
olmamasını sağlayan birer araçtırlar. Auden’in deyişiyle Tanrı “kozmik bir baba”
halini alır.
s.195
Bu tartışmanın sonucunda ulaşılan netice dinin, kişiyi kendi onuru ve değeri bağlamında güçlendirdiği, hayattaki değerlerini olumlaması için ona güven duygusu verdiği ve kendi etik farkındalığı, özgürlüğü ve kişisel sorumluluğunu kullanıp geliştirmesine yardımcı olduğu müddetçe yapıcı bir kavram olduğudur. Böylelikle dinsel inanç yahut dua gibi uygulamalar kendi başlarına “iyi” ya da “kötü” olarak nitelendirilemezler. Burada asıl irdelenmesi gereken soru bu inanç yahut uygulamaların kişiyi kendi özgürlüğünden ve “birey” olmaktan ne kadar uzaklaştırdığı yahut kendi sorumluluklarıyla etik gücünü kullanması yönünde ne denli güçlendirdiğidir.
s.197
Dolayısıyla ister “entelektüel”
yahut “sofistike” kişiler olalım ya da basitçe çivisi çıkmış bir çağda yönünü
belirlemeye çabalayan zihni açık bireyler olalım kendimize şu soruyu yöneltmek
önemlidir: Kişi, özgürlük ve kişisel sorumluluklarından feragat etmeden
kalıtsal gelenekleriyle arasında nasıl bir ilişki kurabilir?
Başlangıç ilkesi açıktır: kişinin
kendine dair özfarkındalığı arttıkça, atalarının bilgeliğini de o ölçüde
kendisinin kılabilir. Geleneğin gücü altında ezilen onun varlığına dayanamayan
ve dolayısıyla ya ona uymaya, ya da kendilerini ondan koparıp ona isyan etmeye
çalışanlar kendi kişisel kimlikleri zayıf olan kimselerdir.
s.198
… kişi tarihsel geleneklerindeki deneyim ve biriktirilmiş bilgiyle yüzleşebildiği derinlik ölçüsünde kendini tanır ve kendisi olabilir.
s.199
Tanrı’yı diğer varlıkların
üzerinde bir varlık olarak cennet denen yere yerleştirmek çelişkilerle dolu,
çağdışı bir bakış açısıdır ve aksi kolaylıkla ispat edilebilir. Paul Tillich,
yakın zamanda yayımladığı ve akademisyenlerin daha şimdiden yirminci yüzyılın
en önemli teolojik çalışması olarak nitelendirdiği kitabında Tanrı’nın
varlığını savunmaya çalışmanın da buna karşı çıkmak kadar ateizmi kapsadığını
ifade etmektedir. “Tanrı’nın varlığını onaylamak da en az inkâr etmek kadar da
ateistik bir davranıştır. Tanri bir varlık değil, varlığın kendisidir.”
s.200
Kişi etik ve dinsel geleneklerden
gelen atalarınının bilgeliğiyle yaratıcı bir şekilde bağdaşabildiğinde hayret
etme (wonder: hayranlık , merak) kapasitesini yeniden keşfeder. Modern toplumda
aktif, duyarlı bir hayret etme yetisinin büyük ölçüde eksik olduğu açıktır. Bu
da içinde yaşadığımız dönemde çoğu insanın hissettiği boşluk duygusunun bir
sonucudur.
s.201
Hayranlık/ hayret, kişinin hayatta
en fazla anlam atfedip değer verdiği şeyin bir getirisidir. Her ne kadar zaman
zaman trajik bir dramı takip etse de aslında olumsuz bir deneyim değildir; zira
temelinde hayatın genişlemesidir ve hayranlığa eşlik eden genel duygu neşedir.
“İnsanın ulaşabileceği en yüksek mertebe hayranlıktır.” der Goethe; “ve eğer
temel olaylar onda hayranlık uyandırıyorsa bırakın bununla yetinsin, çünkü
bundan fazlasını alamayacaktır…”
Hayranlık/ hayret aynı zamanda
alçakgönüllülükle dirsek temasındadır. Burada kastedilen şey genellikle kibrin
zıttı olan ve itaat etmeden gelen yalancı alçakgönüllülük değil de kendi
yaratıcı çabalarıyla bir şeyler verebildiği gibi “verileni” de kabul edilebilen
zihni zengin kişilerin alçakgönüllülüğüdür. Tam da bu noktada, çoğu insan için
anlamını yitirmiş “Tanrı’nın zarafeti” ifadesiyle özdeşleşmiş olan “ zarafet”
kelimesinin zengin anlamları ortaya çıkmakta. Kuşların zarif uçuşlarından bir
çocuğun hareketlerinde zarafetten, cömert bir kimsenin zarifliğinden
bahsedilebilir. Zarafet “ bahşedilen” bir şey, ortaya çıkan yeni bir uyum
halidir ve her zaman insanın “kalbini hayranlıkla doldurur.”
s. 214
Kendi Olma Cesareti
Cesaret, kişi özgürlüğe eriştikçe
ortaya çıkan endişeyle yüzleşebilme kapasitesidir. Kurt Goldstein’ın deyişiyle
“ Son tahlilde cesaret kişinin kendi doğasını hayata geçirebilmesi için
aşılması gereken var oluş şoklarına verilen etkili bir yanıttan başka bir şey
değildir.”
Cesaretin zıddı korkaklıktan ziyade cesaret eksikliğidir. Herhangi bir kişiyi korkak olarak nitelendirmek onun tembel olduğunu söylemekten daha fazla anlam taşımaz: bize basit bir şekilde önemli bir potansiyelin ortaya çıkarılamadığını ya da bloke edildiğini gösterir. Yaşadığımız çağın sorununu anlamaya çabalarken cesaretin karşıtı robotsu uymacılıktır.
s. 215
İnsanların cesaretten yoksun olmalarının nedeni yalnız kalmak ya da “sosyal tecride”, yani alaylara, kahkahalara veya dışlanmaya maruz bırakılmaktır. Ve bu şekilde dışlanmak küçümsenecek bir tehdit değildir. Doktor Walter Cannon, “ voodoo ölüm” üzerine yürüttüğü çalışmada ilkel insanların topluluklarından psikolojik anlamda dışlanmaları sonucunda ölebileceklerini göstermiştir. Toplumsal olarak dışlanan ve kabile üyelerince yokmuş gibi davranılan insanların sonunda öldükleri durumlar gözlenmiştir. William James bize sosyal bir “kesilip atılmak” ifadesinde gerçeklik payının şiirsellikten fazla olduğunu hatırlatmıştır. Dolayısıyla insanların mensubu olduğu gruptan feragat etme pahasına kendi doğrularını savunmaktan ölesiye korkmaları Nevrotik imgelemenin bir oyunu değildir.
s. 219
İnsanın kalabalıktan – yahut
sembolik olarak ana rahminden- sıyrılmasından kendi başına bir birey oluncaya tek
attığı her adım cesaret gerektirir; sanki her adımda kendi doğumunun sancısını
yeniden yaşar. Cesaret, ister ölümü göze alan askerinkini ister okula giden
çocuğunki olsun, tanıdık ve güvenli olan bırakabilme gücü demektir. Cesaret
yalnızca kişi zaman zaman kendi özgürlüğüne dair kararlar verirken değil, özgür
ve sorumlu bir birey haline gelebilmek için benliğini inşa ederken verdiği tüm
kararlarda da gereklidir.
s.220
… içsel özgürlüğü korumak ve
içimizde yeni yerler keşfetmek üzere çıkılan yolculuğa devam etmek, dışsal
özgürlük için muhalif bir duruş sergilemekten daha fazla cesaret gerektirir.
s.223 – s.224
… kendini beğenmişlik ve
narsisizmi övülmek ve beğenilmek için duyulan kompulsif ihtiyaç olarak
tanımlıyoruz: insanlar bu yüzden cesaretlerinden vazgeçiyorlar. Düzelmeyecek
kendini beğenmiş ve narsisist insanın dışarıdan bakıldığında kendini aşırı
derecede koruması ve herhangi bir risk almayıp bir korkak gibi davranmasının
nedeni kendine fazla değer vermesidir. Aslında durum tam tersidir ihtiyaç
duyduğu övgü ve yüceltmeye erişebilmek için bir meta olarak kendini korumak
zorundadır, çünkü anne yahut babasının övgüleri olmadığında kendini değersiz
hisseder. Cesaret kişinin haysiyetiyle öz güveninden kaynaklanır ve kendini
küçük gören kimseler cesur değildir. Başkalarının sürekli olarak “çok iyi biri”
ya da “çok zeki ve çok güzel” demesine ihtiyaç duyanlar kendilerini sevdikleri
için değil, güzel yüz ya da zeki beyin ya da kibar davranışlar ebeveyn onayını
almalarını sağladığı için böyle davranırlar. Bu da kişide kendi benliğine karşı
bir küçümseme duygusu uyandırır: halkın gözünde yüceltilen çoğu yetenekli insan
terapinin güvenli ortamında kendilerini üçkâğıtçı gibi hissettiklerini itiraf
eder.
Kendini beğenmişlik ve narsisizm
–yani övülmek ve beğenilmek için duyulan kompülsif ihtiyaç- kişinin cesaretini
baltalar, zira bu durumda kişi mücadeleye kendisinin değil bir başkasının
görüşü için devam eder. Japon filmi Rashomon’da dövüşmek kendi seçimleri
olduğunda adam ve hırsız neredeyse kendilerini kaybederek dövüşürler. Oysa
başka bir sahnede adamın eşi onlarla alay ettiğinde ve bu kez kadının onlardan
beklentisini karşılayabilmek için dövüşmeye başladıklarında doğru dürüst çaba
göstermezler: aynı vuruşları yaparlar fakat sanki görünmez bir ip onları
kollarından çekiyordur.
… kişi bir gün eylemi başka
birinin övgüsünü kazanmak için yaptığında, eylemin kendisi zayıflık ve
değersizlik hislerinin canlı bir göstergesi halini alır: yoksa
davranışlarımızın layığının verilmemesine gerek olmazdı. Bu durum çoğu zaman
“korkaklık” hissi uyandırır ki bu da en acı aşağılamadan biridir: kendi
yenilgine bilerek destek olmanın yarattığı aşağılama. Düşman güçlü olduğu için
yenilmek, hatta savaşmayı reddederek yenilmek bu kadar kötü değildir; fakat
korkakça davranarak kendi gücünü galip gelecek olan tarafa sattığını bilmek;
işte en acısı kişinin kendi benliğinin bu ihanetidir.
s.225
İçinde bulunduğumuz konformizm çağında cesaretin ayırıcı özelliği kendi görüşlerinin arkasında durabilmektir. İnatla yahut küstahça (bunlar cesaretin değil savunuculuğun tanımlarıdır) yahut bir tür misilleme edasıyla değil de gerçekten inandığımız için.
s.226
En fazla cesaret gerektiren zorlu adımsa bizden beklentileri olan ve yanlarında kanun koyma hakkına sahip olduğumuz kişileri inkâr etmektir. Ve bu aynı zamanda en korkutucu adımdır. Kişinin ne kadar sınırlı ve kusurlu olduğunu bilmesine rağmen kendi standart ve yargılarına dair sorumluluğu kabullenmesi anlamına gelir.
s.228
Sevgi kelimesinden daha fazla anlamı karşılayan hiçbir kelime yoktur ve bu anlamların çoğu dürüst değildir, yani ilişkinin altında yatan gerçek nedenlerin üzerini örterler.
s.230 -231
Günümüzdeki sevgiye dair karmaşa
öyle bir boyuta ulaştı ki sevginin tanımına ilişkin ortak bir kanıya dahi
ulaşmak güç. Sevgiyi diğer kişinin varlığından keyif almak ve kendi değerimizle
gelişim sürecimizi olduğu kadar onunkini de olumlamak şeklinde tanımlıyoruz.
Dolayısıyla sevgiye dair daima iki etmen oluyor: öteki insanın değeri ve
iyiliği ile ilişkideki kişinin kendi neşesi ve mutluluğu.
Sevme becerisi özfarkındalığı
gerektirir, çünkü sevmek diğer insanla empati kurabilmek, onu takdir edip
potansiyelini olumlamak demektir. Sevgi aynı zamanda özgürlük de gerektirir; sevgi
özgürce verilmediğinde gerçek anlamda sevgi değildir. bir kimseyi, başka birini sevme özgürlüğünüz
olmadığı yahut söz konusu kişiyle doğuştan gelen tesadüfi bir kan bağınız
olduğu için sevmek sevgi sayılamaz. Bunun da ötesinde, kişi birini söz konusu
insan olmadan yapamayacağı için “seviyorsa” o sevgi isteyerek verilmiyordur;
çünkü kişi böyle bir durumda sevmemeyi seçemez. Bu tür özgür olmayan bir “sevgi”nin
ayırıcı özelliği ayrım yapmamasıdır: “sevilen” kişinin özelliklerini yahut
varlığını bir başkasının gözünden ayırmaz. Böyle bir ilişkide sizi sevdiğini
iddia eden kişi tarafından gerçek anlamda “görülmezsiniz”; hatta başka biri
dahi olabilirsiniz. Böyle ilişkilerde ne seven ne de sevilen kişi birey gibi
davranır; seven kişi özgür değildir, sevilen kişi ise yalnızca sımsıkı
tutulacak bir nesne olarak önem taşır.
Toplumumuzda – içinde
barındırdığı çeşit çeşit endişeli, yalnız ve boş insanıyla- sevgi kılığına
bürünmüş çok farklı bağımlılık biçimleri vardır.
s.235
Gerçeği Görme Cesareti
Yepyeni bir dünyayı aydınlatan
şimşeklerden farksız aforizmalarından birinde Nietzsche şöyle der: “Hata
korkaklıktır!” Yani başka bir deyişle, gerçeği görmememizin nedeni yeterince
kitap okumamış olmamız ya da yeterli akademik eğitime sahip olmamamız değil de
yeterince cesur olmamamızdır.
s. 256
…geleceğin değerini garantilemenin en etkili yolu şimdiki zamanla cesur ve yapıcı bir şekilde yüzleşmektir.
s.260
… en derine inildiğinde hangi
çağda yaşadığımızın bir önemi yoktur.
Temel soru, bireyin kendine ve
yaşadığı döneme dair ayrımsamasıyla birlikte verdiği kararların nasıl özgür ve
kendi içsel bütünlüğüne uygun bir hayat sürmesini sağladığıdır.
s.261
Önemli olan insanın yirmi, kırk
ya da altmış yaşında olması değildir: Asıl önemli olan. Kişinin kendi gelişim
düzeyindeki bilinçli karar verme kapasitesini tam anlamıyla kullanıp
kullanamadığıdır.
…
Yirmi yaşındayken, “Yaşamaya asıl otuz beş yaşıma gelince başlayacağım.” diyen birinin bu ifadesi kırk ya da elli yaşındayken, “Gençliğim elden gittiği için doyasıya yaşayamıyorum” diyen birinin ifadesi kadar hatalıdır. Durum daha yakından incelendiğinde ilginç bir şekilde elli yaşında hayıflanarak kişinin aslında yirmi yaşında hayatı erteleyenle aynı kişi olduğunu görüyoruz ki bu durum temas etmeye çalıştığımız noktayı daha isabetli bir şekilde ortaya koymakta.
s. 262 – 263 - 264
İnsanoğlunun görevi ve
yapabileceği şey başlangıçtaki durumundan, yani gerek bir fetüs olarak geçmişte
kalan kendi varlığından gerekse sembolik olarak konformist, robotlaşmış bir toplumun
kendi adına düşünmeyen ve özgür olmayan bir parçası olma durumundan uzaklaşmak,
özfarkındalığın doğuşuyla, büyüme süreci, iyi bilinen bir ortamdan yabancı bir
ortama geçerken ortaya çıkan sancılar, seçenekler ve ilerlemelerle kendi
benliğine dair günbegün artan bir bilinç ve dolayısıyla her geçen gün genişleyen
özgürlük ve sorumluluk duygusuyla ana rahminden, ya da ana rahminden yalnızca
bir adım ötedeki ensest halkasından kurtularak özgürce seçilen sevgi ve
yaratıcı çalışmayla gittikçe artan bir şekilde bütünleşmektir. Bu yolculukta attığı her adımla zamanın
otomatik akışının kölesi olmayı reddederek zamanı aşan, yani hayata dair kendi
seçimi olan anlama göre yaşayacaktır. Dolayısıyla otuz yaşında cesur bir
şekilde ölebilen (kendi hayatından vazgeçme zorunluluğuyla cesurca yüzleşebilmesini
sağlayan bir özgürlük ve farklılaşma seviyesine ulaşabilmiş) kimse seksen
yaşına gelip de ölüm döşeğinde hala gerçeklerden korunmak için yalvaran
kimseden daha olgundur.
Bunun pratikte etkisi insanların
hayatlarının her anını özgür, dürüst ve sorumlu bir şekilde yaşamayı amaç
edinmeleri olabilir. Böylelikle kişi soluk aldığı her an yapabildiği ölçüde
kendi doğasını ortaya çıkarıp evrimsel görevini gerçekleştirmeye çalışır.
Dolayısıyla insan kendi doğasının özüne ulaşıp bunu açığa çıkarabilmenin
mutluluk ve hazzını yaşar.
…
Özgürlük, sorumluluk, cesaret,
sevgi ve içsel bütünlük asla kimse tarafından mükemmel bir şekilde hayata
geçirilemeyen ideal özellikler olmalarının yanı sıra bütünlüğe uzanan yola
çıkmamıza anlam katan psikolojik hedeflerdir… Sokrates, hayatı yaşamanın ideal
yolundan ve ideal toplumdan bahsederken Glaucon araya girer: “Sokrates, dünya
yüzeyinde anlattığına benzer bir ‘Tanrı Kenti’ olduğuna inanmıyorum.” Sokrates
şöyle yanıt verir: “Böyle bir kent ister yalnızca cennette isterse de günün
birinde dünyada var olacak olsun fark etmez; diğer kentlerle işi olmayan bilge kişi bu
kentin usullerine göre yaşar ve onu örnek alarak kendi hayatını düzene sokar.”