3 Temmuz 2023 Pazartesi

İnsanın Anlam Arayışı



Victor E. Frankl  - İnsanın Anlam Arayışı 

Çeviri: Özge Yılmaz 

Yayıncı: Okuyan Us 

142. Basım -İstanbul/ Mart 2023

155 sayfa 

s.20

Psikoloji, belli bir bilimsel mesafe gerektirdiği için konunun metodik bir sunumunu yapmak epey zor bir girişim ancak gözlemlerini kendi tutsaklığı sırasında yapan bir insan gerekli mesafeye sahip olabilir mi?  Bu mesafeye, dışarıdan bakan biri kesinlikle sahiptir Ancak o da gerçekten değerli tespitler yapmaktan çok uzaktır.

 

s.24

 

Psikiyatride “af yanılsaması” adı verilen bir durum vardır.  İdama mahkûm edilmiş bir insan infazından kısa bir süre önce bile son dakikada affedilebileceği yanılsamasına kapılır.

 

s.30

 

Soğuk merak,  Auschwitz’de bile beni ele geçirdi; bir şekilde zihnimi etrafındakilerden koparıyor ve bir tür nesnelliğe yol açıyordu. Bu durumlarda kişi bu zihin durumunu bir tür korunma aracı olarak kullanıyordu.

 

 

 

s. 31

 

Biri bize Dostoyevski'nin insanı hemen her şeye alışabilen bir varlık olarak tanımlamasının anlamını sorsaydı derdik ki: “Evet, insan neredeyse her şeye alışır ama bunun nasıl olduğunu bize sormayın.” Ne psikolojik incelemelerimiz ne de biz tutsaklar henüz o kadar ileri gitmemiştik. Psikolojik tepkilerimizin hala ilk evresindeydik.

 

 

s.36

 

Umarsızlık (apati) yani duyguların körleşmesi ve kişinin artık hiçbir şey umurunda değilmiş gibi hissetmesi tutsağın psikolojik tepkilerinin ikinci evresinde ortaya çıkan bir belirtiydi ve onu günlük ve saatlik dayaklara karşı duyarsızlaştırıyordu. Farksızlık sayesinde tutsak kendini çok faydalı bir muhafaza kabuğu örebiliyordu.

 

 

s.37

 

Dayakların en acı verici yanı içinde barındırdığı hakarettir.

 

 

s.46

 

Genel olarak kampta “kültürel bir ıssızlık” söz konusuydu. Bunun iki istisnası vardı: siyaset ve din. Kampın neredeyse her yerinde hiç durmaksızın siyaset konuşuluyordu; tartışmalar temel olarak etrafta dikkatsizce yaygınlaştırılan Söylentilere dayanıyordu.

 

 

s.48

 

Toplama kampında, yaşantının tüm fiziksel ve zihinsel ilkelliğine rağmen ruhsal yaşamın derinleşmesi mümkündü. Zengin bir entelektüel yaşama alışmış olan duyarlı kişiler daha fazla etkilenseler de  (çoğunlukla daha hassas yapıda olurlar)  iç benlikleri daha az hasara uğrar. Kendilerini çevreleyen korkunçluklardan, iç zenginliklerine ve ruhsal özgürlüklerine sığınarak korunabiliyorlardı. Daha kuvvetsiz görünen bazı tutsakların, sağlam yapılı olanlardan daha iyi dayanabilmesine yönelik çelişkiyi açıklamanın tek yolu budur.

 

 

s.55

 

Mizah, ruhun kendini koruma savaşında bir başka silahıydı. Mizahın sadece birkaç saniye bile olsa insana, başka her şeyden fazla olarak her durumun üzerine çıkabilecek bir mesafe ve beceri sağladığı iyi bilinir.

 

 

s.56

 

Bir mizah duygusu geliştirme ve olayları mizahın ışığında görebilme çabası, yaşama sanatında ustalaşırken öğrenilen bir hile gibiydi. Istırabın hüküm sürdüğü toplama kampında bile, yaşama sanatını uygulamak yine de mümkündü.  Bir benzerlik kurmak gerekirse, insanın acısı gazın hareketine benziyordu. Belli miktarlarda gaz, boş bir kutuya pompalandığında kutu ne kadar büyük olursa olsun onu tamamen ve eşit dağılım göstererek doldurur. Aynı şekilde ıstırap da ister küçük ister büyük olsun insan ruhunu ve bilincini tamamen doldurur. Bu yüzden de insan ıstırabının “boyutu” tamamen görelidir.

 

 

s.74

 

Tutsakların çoğu bir tür aşağılık kompleksinden mustaripti. Biz hepimiz, bir zamanlar birisiydik veya kendimizi öyle sanıyorduk. Şimdi ise bize tamamen hiçmişiz gibi davranılıyordu. (İnsanın içsel değerine ilişkin bilinci daha derin, daha manevi şeylere bağlıdır ve kamp yaşamı tarafından sarsılamaz fakat tutsaklar bir yana, özgür insanlardan kaçı bu bilince sahiptir ki?)

 

 s.77

 

Biz, toplama kampında yaşamış olanlar, barakalar arasında gezerek diğerlerin teselli etmeye çalışan ve elindeki Son ekmeği paylaşanları hatırlayabiliriz. Sayı olarak az olabilirler ama her şeyi elinden alınmış bir insandan alınamayacak bir şey olduğunu yeterli kanıtını oluştururlar: İnsan özgürlüğünün son kalıntısı olan, koşullar ne olursa olsun kendi yolunu seçme tutumunu.

 

Her zaman bir seçim yaparız. Her gün her saat bizi öz varlığımızdan, içsel özgürlüğümüzden soyutlamakla tehdit eden güçlere boyun eğmeye ya da eğmemeye yönelik bir tercih sunulur bize ve bu da özgürlük ve onurumuzdan vazgeçerek, tipik bir kamp sakinine dönüşüp koşulların oyuncağı olup olmayacağımızı belirler.

 

 

Bu açıdan bakıldığında, bir toplama kampının sakinlerinin zihinsel tepkilerinin, belli fiziksel ve toplumsal koşulların yalın bir ifadesinden daha fazlası olduğu görülmelidir. Uykusuzluk, yetersiz beslenme ve çeşitli zihinsel stres gibi durumlar, sakinleri belli şekillerde davranmaya itse de son tahlili de tutsağın ne tür bir insana dönüştüğü, kamp etkisinden ziyade içsel bir kararın sonucudur. Temel olarak herhangi bir insan, bu koşullar altında bile zihinsel ve ruhsal olarak neye dönüşeceğine, ne olacağına karar verebilir. İnsan onuru toplama kampında bile korunabilir.

 

 

s.78 - 79

 

Yaşamda gerçekten bir anlam varsa, o halde ıstırapta da bir anlam olmalıdır. Istırap, kader ve ölüm gibi yaşamın alaşağı edilemez bir parçasıdır. Istırap ve ölüm olmadan insan yaşamı tam olmaz.

 

İnsanın kaderini ve barındırdığı tüm ıstırabı kabul etme biçimi, kendi çarmıhını yüklenmesi ona en zorlu koşullarda bile yaşamına derin bir anlam katma olanağı sunar. Cesur, onurlu ve bencillikten uzak duran biri olabilir. Kendini korumak için verdiği acı savaşta insan onurunu unutabilir ve bir hayvandan farksız bir hale gelebilir. Burada,  insanın zor bir durumun sunduğu ahlaki seviyeye erişme fırsatını kullanması veya tepesine yönelik seçim söz konusudur ve bu da onun çektiği acılara değer olup olmadığını belirler.

 

Bu hususların uhrevi ve gerçek yaşamdan kopuk olduğunu düşünmeyin. Bu yüksek ahlaki seviyelere sadece pek az insanın ulaşabildiği doğrudur. Tutsaklar arasında çok azı içsel özgürlüklerini tam koruyabildi ve ıstıraplarına değecek değerlere ulaşabildi ama tek bir örnek bile insanın içsel gücünün onu dışarıdaki kaderin üzerine çıkarabileceğini kanıtlamaya yeterlidir. Böyle insanlar sadece toplama kamplarında değildir. İnsan her yerde kaderle yüzleşir ve kendi ıstırabından bir şeyler kazanma şansını elde eder.

 

 

s.81

 

Finis kelimesi Latincede iki anlama gelir: Son veya bitiş ve ulaşılacak bir hedef.  Kendi “geçici varoluşunun” sonunu göremeyen insan, hayattan nihai bir hedefi de amaçlayamıyordu. Yaşamayı, normal bir hayat süren insanın aksine, geleceğe ertelemişti.

 

 

s.82- 83

 

Gelecekte bir hedef göremediği için kendini çöküşe teslim eden bir insan, geçmişe dönük düşüncelerle meşgul olmaya başlar. Başka bir bağlamda, şimdiki zamanı tüm dehşetiyle daha az gerçek kılmak için geçmişe bakma eğiliminden bahsetmiştik ancak bugünü gerçekliğinden soyutlamak belli bir tehlike içeriyordu. Kamp hayatından olumlu bir şeyler elde etmeye yönelik fırsatları gözden kaçırmak bu şekilde kolay hale geliyordu ve bu fırsatlar gerçekten vardı. “Geçici varoluşumuzu” gerçekdışı kabul etmenin kendisi, tutsakların hayatla bağını yitirmesine sebep olan önemli faktörlerden biri haline geliyordu; her şey bir şekilde anlamsızlaşıyordu. Bu insanlar, insana kendisinin ötesinde bir manevi büyüme olanağını sağlayanın, çoğunlukla istisnai zorlukta bir dışsal durum olduğunu unutmuşlardı. Kampın zorluklarını içsel güçlerine yönelik bir sınama olarak görmek yerine hayatı ciddiye almamaya ve onu hiçbir anlamı olmayan bir şey gibi görmeye başlıyorlardı. Gözlerini kapatarak geçmişte yaşamayı tercih ediyorlardı. Bu insanlar için hayat anlamsız hale gelmişti.

 

 

s.85

 

Spinoza, Etika'da ne der? “ Affectus, qui passio est, desinit esse passio simulatque eius claram et distinctum formamus ideam.” Yani bize acı veren duygular, onun berrak ve kesin bir resmini çizdiğimiz anda acı olmaktan çıkar.

 

 

s.87 - 88

 

Hayatında bir anlam, bir amaç, bir hedef bulunmadığını, bu yüzden de devam etmesine gerek olmadığını söyleyen kişiye acıyın; yakında kaybolacaktır.

 

 

Gerçekten ihtiyaç duyduğumuz şey, hayata yönelik tutumumuzun değişmesidir. Kendimizin de bunu öğrenmesi ve dahası umutsuz insanlara hayattan ne beklediğimizin önemi olmadığını, önemli olanın hayatın bizden ne beklediği olduğunu öğretmemiz gerekir. Hayatın anlamını sorup durmak yerine, kendimizi her gün ve her saat yaşam tarafından sınanan insanlar olarak düşünmemiz gerekir. Cevabımız sözle ve meditasyonla değil, doğru eylem ve doğru tavırla olmalıdır. Hayat, nihai olarak sorunlara yönelik doğru cevaplar bulmak ve her bireyin sürekli karşısına çıkardığı görevleri tamamlamaktır.

 

Bu görevler, dolayısıyla hayatın anlamı da kişiden kişiye ve zamandan zamana da değişir. Bu yüzden de hayatın anlamını genel olarak tanımlamak imkânsızdır. Hayatın anlamına ilişkin sorular asla topyekûn ifadelerle cevaplanamaz. Hayat belirsiz değil, çok gerçek ve somut bir şeydir; tıpkı hayatın görevlerinin çok gerçek ve somut olması gibi. Bunlar insanın, her bir kişi için farklı ve özgün olarak yazgısını oluşturur. Hiçbir insan ve hiçbir yazgı, başka bir insan ve yazgı ile kıyaslanamaz. Hiçbir durum kendini tekrar etmez ve her durum farklı bir cevap gerektirir.  Bazen insanın kendisini içinde bulduğu durum, onun kendi kaderini eylemiyle değiştirmesini gerektirir. 

 

 

s.89

 

Istırabın anlamı bize görünür olduğunda, kamptaki işkenceyle, görmezden gelerek; sahte yanılgılar arkasında saklanarak veya yapay bir iyimserlikle başa çıkmayı reddettik. Istırap artık sırtımızı dönmek istemediğimiz bir görev halini almıştı, bir şeyler kazanmak için barındırdığı fırsatla Rilke’ye şu dizeleri yazdırmıştı: “W ie viel İst aufzuleiden!” (Halledilecek ne çok acı var!). Rilke, acıyı “halletmekten” başkalarının “ işleri halletmekten” bahsettiği gibi bahsetmişti.

 

s.90

 

Bir insanın yerini başka birinin almasının olanaksızlığı anlaşıldığında, varoluşu ve yaşama devam etmesi büyük bir sorumluluk halini alıyordu. Kendisini özlemle bekleyen bir insana veya bitmemiş bir çalışmaya karşı sorumluluğunu fark eden bir insan yaşamını asla çöpe atamıyordu. Varoluşunun “neden”ini bildiği için tüm “nasıl”lara katlanabilir hale geliyordu.

 

 

 

s.96 - 97

 

Gardiyan veya tutsak olmanın tek başına bir anlam ifade etmediği açıktır. İyi kalpliliğe tüm gruplarda, hatta topluca hor görülen gruplarda bile rastlanır. Gruplar arasında sınırlar birbirine girerken, kimin melek kimin şeytan olduğunu söylemek o kadar kolay bir iş değildir.

 

 

Tüm bunlardan dünyada iki insan ırkı olduğu sonucuna varabiliriz. Sadece iki: Düzgün insanların oluşturduğu “ırk” ve ahlaksızların “ırkı”. İkisi de her yerdeydi, toplumdaki tüm gruplara sızmış haldelerdi. Hiçbir grup tamamen düzgün ya da tamamen ahlaksız insanlardan oluşmuyordu. Bu anlamda hiçbir grup “saf ırk” değildi ve bu yüzden de kamp gardiyanları arasında bile düzgün birileri bulunabiliyordu.

 

 

 

s. 98

 

“Özgürlük” diye kendi kendimize tekrarlıyor ama yine de tam kavrayamıyorduk. Bu sözcüğü, onu hayal ettiğimiz yıllar içinde o kadar çok söylemiştik ki anlamını yitirmişti. Gerçekliği bilincimize işlemiyordu; özgürlüğün elimizde olduğunu bir türlü kavrayamıyorduk.

 

 

Serbest bırakılan tutsakların başına geleni psikolojik olarak “depersonalizasyon” adı verilebilir. Her şey, rüyadaymışız gibi gerçekdışı görünüyordu.

 

 

 

s.100

 

Bu psikolojik evre sırasında, doğaları daha ilkel nitelikte olan kişilerin, onları kamp yaşamında çevreleyen vahşetin etkilerinden daha kolay kaçınabildikleri gözlemlenebiliyordu. Şimdi özgür kaldıklarına göre, bu özgürlüğü fütursuzca ve saygısızca kullanabileceklerini düşünüyorlardı. Onlar için değişen tek şey artık ezilen değil, ezen olmalarıydı. Zor kullanımın ve adaletsizliğin nesnesi değil,  uygulayıcısı oldular. Davranışlarını, kendi korkunç deneyimlerine dayanarak gerekçelendirdiler. Bu genellikle görünürde önemsiz olaylarda açığa çıkardı.

 

 

s.101

 

Ruhsal baskının aniden gevşetilmesinden kaynaklanan ahlaki deformasyonun yanı sıra, özgürleşmiş tutsağın kişiliğini tehdit eden iki temel deneyim daha vardı: Eski yaşamına döndüğünde yaşadığı içerleme ve hayal kırıklığı.

 

 

s.102

 

Kampta hep hiçbir dünyevi mutluluğun çektiklerimizi telafi edemeyeceğini konuşurduk. Mutluluk ummuyorduk, bize cesaret veren ve özverilerimize ve ölümlerimize anlam yükleyebilecek olan şey mutluluk değildi ama yine de mutsuzluğa hazır değildik.

 

 

s.104 - 105

 

Logoterapi, psikanalizle karşılaştırıldığında daha az geçmişe yönelik ve biraz daha içgörüye dayanan bir yöntemdir. Daha ziyade geleceğe odaklanır, yani danışanın gelecekte içini dolduracağı anlamlarla uğraşır. Aslında logoterapi, anlam odaklı psikoterapidir. Aynı zamanda nevroz gelişiminde büyük rol oynayan kısır döngüleri ve geri bildirim mekanizmalarını da devreden çıkarmaya çalışır. Bu sayede nevrotik kişinin tipik benmerkezciliği beslenip pekiştirilmek yerine kırılmaya çalışılır.

 

Şurası kesin ki bu tür ifadeler konuyu fazlasıyla basitleştirmektedir; yine de logoterapide danışan gerçekten de yaşamının anlamı ile yüzleşerek ona yönelir. Onun bu anlamının farkına varmasını sağlamak ise nevrozun üstesinden gelme becerisine önemli katkılar sağlar.

 

Teorim için neden “logoterapi” ismini seçtiğimi açıklamak istiyorum. Logos’un Yunancadaki karşılığı “anlam”dır. Logoterapi veya bazı yazarlar tarafından isimlendirildiği üzere “Üçüncü Viyana Psikoterapi Okulu” insanın anlam arayışı kadar insan varoluşunun anlamına da odaklanır. Logoterapiye göre, insanın yaşamında anlam bulma çabası temel motivasyonel gücüdür. Bu yüzden de anlam isteminin, Freudcu psikanalizin dayandığı haz ilkesinin olduğu kadar “üstünlük istenci” terimini kullanan Adlerci psikolojinin odağındaki güç istencinin de karşısında olduğunu söylüyorum.

 

 

 

s.105

 

İnsanın anlam arayışı içgüdüsel itkilerin bir “ikinci ussallaştırılması” değil, hayatının temel motivasyonudur. Bu anlam, bireye özgü ve özeldir; bu yüzden de sadece onun tarafından karşılanabilir ve ancak o zaman kendi anlam istencini tatmin eden bir varlık kazanabilir. Anlam ve değerlerin “savunma mekanizmaları” olduğunu, “karşıt tepkiden ve yüceleştirmelerden başka bir şey olmadığını” öne süren yazarlar vardır. Ben kendi hesabıma, nasıl ki sadece “savunma mekanizmalarım” adına yaşamak istemezsem bir gün “karşıt tepkilerim” uğruna ölmek de istemezdim. Diğer yandan insan kendi idealleri ve değerleri uğruna yaşamak ve hatta ölmek yetkesine sahiptir!

 

 

 

s.106

 

Elbette bireyin, değerlerle uğraşının, aslında altta yatan içsel çatışmaları gizlediği durumlar vardır. Ancak bunlar bir kaideyi değil, kaidenin istisnalarını oluşturur. Bu vakalarda, gerçekte uğraşmamız gereken şey sahte değerlerdir ve bunların maskelerinin indirilmesi gerekir. İnsanda kendiliğinden ve hakikatli olanla, örneğin insanın hayatını mümkün olduğu kadar anlamlı kılma isteğiyle yüzleşildiği anda maskeyi indirme işleminin bırakılması gerekir. Doğru zamanda durulmazsa, “maske indiren psikoloğun” gerçekte indirdiği tek maske, kendi “gizli güdüsü” yani insanda hakikatte olan şeyleri temelsizleştirip çökertmeye yönelik bilinç dışı ihtiyacı olacaktır.

 

 

s.106 - 107

 

Varoluşsal engellenme nevroza yol açabilir. Logoterapi bu tip nevrozlar için, örneğin psikojenik nevrozlar gibi kelimenin geleneksel anlamındaki nevrozlara zıt olarak, “noöjenik nevroz” terimini ortaya atmıştır. Noöjenik nevrozların kökeni insan varlığının psikolojik değil, daha ziyade (Yunancada zihin anlamına gelen noö’dan yola çıkarak) “noölojik” boyutlarında yatmaktadır. Bu özellikle de insan boyutuna ait olan herhangi bir şeyi işaret edebilecek başka bir logoterapötik terimdir.

 

 

Neojenik nevrozlar, içkiler ve içgüdüler arasındaki çatışmalardan ziyade varoluşsal sorunlardan kaynaklanır. Anlam istencinin engellenmesi bu sorunlar arasında önemli bir rol oynar. Noöjenik vakalar için uygun ve yetkin terapi biçimi genel psikoterapiden ziyade, özellikle insan boyutuna eğilme cüreti gösteren logoterapidir.

 

 

s.108

 

Her çatışma mutlaka nevrotik değildir; biraz çatışma normal ve sağlıklıdır. Bu tıpkı ıstırabın her zaman patolojik bir fenomen veya nevroz belirtisi olmamasına, bilakis varoluşsal engellenmeden kaynaklanıyorsa, bir kazanıma yol açabilmesine benzer.

 

 

Varoluşsal engellenme, kendi başına patolojik ya da patojenik değildir. İnsanın hayatın yaşamaya değer olup olmadığına ilişkin kaygıları ve hatta umutsuzluğu varoluşsal bir sıkıntı olmakla birlikte bir akıl hastalığı değildir. Varoluşsal sıkıntıyı bir akıl hastalığı olarak yorumlamak, bir doktoru danışanının varoluşsal çaresizliğini sakinleştirici ilaçlarla gömmesine yol açabilir. 

 

Logoterapi danışanın hayatta anlam bulmasına yardımcı olmayı görev edinir.

 

 

s. 109

 

İddia ediyorum ki dünyada en kötü koşullarda bile hayatta kalabilmek için hayatın bir anlamı olduğu bilgisinden daha etkili olabilecek bir şey yoktur.

 

 

 

s.110- 111

 

Akıl sağlığının, insanın en öncelikli ihtiyacı olan denge veya biyolojideki adıyla “homeostaz” yani herhangi bir gerilim olmayan durum ile sağlanabileceğine yönelik görüşü tehlikeli buluyorum. İnsanın gerçekte ihtiyacı olan,  gerilimin olmadığı bir durum değil kayda değer bir hedef, özgürce seçilmiş bir görev uğruna uğraş ve mücadeledir. İhtiyaç duyduğu şey, ne pahasına olursa olsun gerilimden kurtulmak değil, onun tarafından karşılanmayı bekleyen potansiyel bir anlamın çağrısıdır. İnsanın ihtiyacı homeostazden ziyade benim “noödinamik” adını verdiğim varoluşsal dinamiktir.

 

 

Terapistler de danışanlarının akıl sağlığını güçlendirmek istiyorlarsa, insanın yaşamındaki anlama yeniden yönelmesi üzerinden bir miktar gerilim yaratmaktan korkmamalıdır.

 

 

 

s. 113

 

… varoluşsal boşluğu saklayan birçok maske ve kılıf vardır. Bazen anlam istencinin engellenmesi, en ilkel formu olan para istemi de dâhil güç istenci ile telafi edilmeye çalışılır.

 

 

 

s.114- 115

 

Hayatta her durum, insana bir mücadele alanı ve çözülmesi gereken bir sorun sundukça hayatın anlamı değişebilir. Temel olarak insanın kendine, hayatının anlamının ne olduğunu sormak yerine, bu sorunun muhatabının kendisi olduğunu anlaması gerekir.

 

 

“Hâlihazırda ikinci kez yaşıyormuşçasına ve ilk seferinde, şimdi olduğu gibi yanlış hareket etmek üzereymişiz gibi yaşayın!”

 

 

 

s.115

 

… logoterapist tarafından oynanan rol bir ressamdan ziyade göz doktorunun işine benzer. Ressam bize kendi gördüğü şekliyle dünyanın bir resmini aktarmayı amaçlarken, göz doktoru dünyayı gerçekten olduğu gibi görmemizi sağlamaya çalışır. Logoterapinin rolü, danışanın görme alanını genişleterek, olası anlamların tamamının bilince çıkmasını ve görülebilir olmasını sağlar.

 

 

 

s.116

 

Logoterapiye göre hayatın anlamını üç farklı yolla keşfedebiliriz: (1) Bir üretimde bulunarak veya bir iş yaparak, (2) bir şeyi deneyimleyerek ya da biriyle temas ederek ve (3) kaçınılmaz olan ıstıraba karşı aldığımız tavırla.

 

 

 

s.117

 

Logoterapide sevgi, cinsel itki ve içgüdülerin bir yüceltme biçimindeki epifenomeni olarak ele alınmaz. Sevgi de cinsellik gibi temel bir fenomendir. Normalde cinsellik, sevginin bir ifade biçimidir.

 

 

 

s.118

 

Logoterapinin temel dayanaklarından biri, insanın temel amacının haz almak veya acıdan kaçmak değil, hayatında anlam bulmak olduğudur. İnsanın, ıstırabın bir anlamı olduğu sürece ıstıraba razı olmasının nedeni budur.

 

 

 

s.119

 

Ölümünden önce Georgia Üniversitesi’nde psikoloji profesörü olan Edith Weisskopf-Joelsen, logoterapi üzerine yazdığı  makalede şöyle demişti: “Günümüzün ruh sağlığı felsefesi, insanın mutlu olması gerektiğini ve mutsuzluğun bir uyumsuzluk belirtisi olduğunu vurgular. Bu tür bir değer sistemi, kaçınılmaz mutsuzluğun getirdiği yükün, bu mutsuzluğa dair mutsuzlukla artmasından sorumlu olabilir.”  Başka bir makalede ise logoterapinin “ABD'nin bugünkü kültüründe çaresi olmayan acılardan mustarip olanların, ıstıraplarından gurur duymaları ve bunları aşağılayıcı değil, ulvileştirici deneyimler olarak görmek için çok az fırsat tanınan ve böylece insanın sadece mutsuz olmakla kalmayıp mutsuzluktan utanç duymasına yol açan bazı sağlıksız trendlerin etkisini azaltmaya yardımcı olabileceğine” yönelik umutlarını ifade etmiştir.

 

 

 

s.123

 

Bazı varoluşçu filozofların öğretilerine göre, insandan asıl beklenen, hayatın anlamsızlığına katlanmak değil; koşulsuz anlamlılığını rasyonel anlamda kavrama yetisinden yoksunluğuna katlanmaktır. Logos (anlam) mantıktan (logic) daha derindir.

 

 

 

s.125

 

İnsan varoluşunun geçiciliğini hiç aklından çıkarmayan logoterapi kötümser değil, eylemci bir yaklaşımı benimser.

 

 

 

s.128

 

Logoterapi, tekniğini korkunun korkulan şeyi getirdiği ve aşırı niyetin de insanın arzu ettiği şeye kavuşmasını imkânsız kıldığı yönündeki iki taraflı olguya dayandıran “tezat niyet”te temellendirir.

 

 

 

s.131

 

Tezat niyet her derde deva bir ilaç değildir. yine de obsesif kompülsif ve fobik durumları tedavi ederken, özellikle de altında yatan bir beklenti kaygısı olduğunda faydalı bir araç olduğu görülmüştür.

 

 

 

 s.133 - 134

 

… beklenti kaygısının tezat niyet, aşırı niyet ve aşırı düşünmenin de düşüncenin odağından çıkararak karşılanması gerekmektedir ancak düşüncenin odağından çıkarma, danışanın işine ve hayattaki misyonuna yönelmesini sağlamadan mümkün olmamaktadır.

 

Döngüyü kıran nevrotiğin ne kendine odaklanması ve acıması ne de kendini hakir görmesidir; iyileşmenin anahtarı kendini aşmasıdır.

 

Her çağa özgü bir kolektif nevroz ve bununla başa çıkmaya özgü bir psikoterapiye ihtiyaç vardır. Günümüzün kitlesel nevrozu olan varoluşsal boşluk, nihilizmin özel ve kişisel bir biçimi olarak tanımlanabilir; zira nihilizm, varlığın hiçbir anlamı olmadığı tezi ile tanımlanabilir. Psikoterapi için konuşmak gerekirse, kendisini nihilistik felsefenin çağdaş trendlerinin etkisinden korumadığı sürece, kitlesel nevrozun çaresi olmak bir yana, bir belirtisi haline gelecektir. Psikoterapi bu durumda sadece nihilistik felsefeyi yansıtmakla kalmayacak, aynı zamanda istemeden de olsa danışanlarına insanın gerçek bir resmini değil, karikatürünü sunacaktır.

 

İlk olarak insanın biyolojik, psikolojik ve sosyolojik koşulların bir sonucu veya kalıtsallık ve çevrenin bir ürünü olmak dışında bir hiç olduğunu öne süren teori tehlikelidir. Bu görüş, nevrotiğin inanmaya yatkın olduğu şeye, yani dış etkiler veya iç koşulların bir kurbanı olduğuna inanmasını kolaylaştırır. Nevrotik kadercilik, insanın özgür olduğunu yadsıyan bir psikoterapi anlayışı tarafından güçlendirilir.

 

Elbette insan varlığı sonlu ve özgürlüğü de kısıtlıdır. Önemli olan ise koşullardan özgürleşme değil, koşullara karşı bir duruş alabilmektir.

 

 

 

s.134

 

Psikanaliz, sıklıkla panseksüalizm ile suçlanır. Bu yaklaşımın yerinde olduğundan kuşkuluyum ancak psikanalizde, bence bundan daha sorunlu ve tehlikeli görülen başka bir varsayım var ki buna “pandeterminizm” diyebiliriz. Bununla insanın herhangi bir koşulda bir duruş alma kapasitesini hiçe sayan insan görüşünü kastediyorum. İnsan tamamen koşullanmış ve belirlenmiş değildir, daha ziyade koşullara teslim olmaya veya onlara karşı gelmeye kendi karar verir. Başka bir deyişle insan, tamamen kendi belirlemindedir. Alelade bir şekilde var olmaz; her zaman varoluşuna ne olacağını ve bir sonraki anda neye dönüşeceğini seçer.

 

 

 

s.136-137

 

İnsanı, tüm özgürlüklerinden mahrum bırakacak hiçbir koşul yoktur. Bu yüzden de nevrotik ve hatta psikotik vakalarda bile özgürlük kırıntıları kalmıştır. Hatta hastanın kişiliğinin temel çekirdeğine psikoz bile dokunamaz. İyileşmesi mümkün olmayan bir psikotik hasta, faydalılığını yitirse de insan olma onurunu hala koruyabilir. Benim psikiyatrik amentüm budur. Böyle olmasaydı, psikiyatr olmaya değmezdi. Kim için psikiyatrlık yapacaktım? Artık tamir edilmesi mümkün olmayan hasarlı beyin aygıtı için mi? Danışan bundan fazlası olmasaydı, ötenazi tek mantıklı seçenek olurdu.

 

 

 

s.139 -140

 

İlk olarak kendimize “trajik iyimserlik” (optimizm) ile ne kastedildiğini soralım. Bu tabir, kabaca logoterapideki adıyla “trajik üçlüye” rağmen iyimser olabilme ve kalabilmeyi anlatır. Trajik üçlü şunlardır: (1) Acı, (2)suçluluk ve (3) ölüm. Hayat trajik unsurlarına rağmen potansiyel anlamını koruyabilir mi?

 

 

“Her şeye rağmen hayata evet diyebilmek”,  hayatın herhangi bir koşul altında hatta en sefil koşullar altında bile potansiyel olarak anlamlı olduğu ön kabulüne dayanır ve bu da hayatın olumsuz unsurlarını olumlu ve yapıcı bir şeye dönüştürmeye yönelik insan becerisini gerektirir. Başka bir deyişle önemli olan herhangi bir durumda en iyisini yapmaktır ancak buradaki “en iyi” Latince karşılığıyla optimum'a denk gelmektedir ve trajik optimizden bahsetmemin nedeni de budur. Yani trajedi karşısında ve insan potansiyelinin en iyi kullanımında her zaman şunlara olanak tanır: (1) Istırabı bir insan kazanımına ve edinimine çevirme; (2) suçluluktan kendini iyiye doğru değiştirme olanağı çıkarma ve (3) hayatın geçiciliğinden, sorumlu davranış için bir teşvik edinme.

 

 

s. 152

 

… yararlılık genellikle toplumun yararına uygun işlev gösterebilmek olarak tanımlanır fakat bugünün toplumu kazanım yönelimlidir ve bunun sonucu olarak başarılı ve mutlu insanları ve özellikle de gençleri göklere çıkarır. Bunlar dışında kalan herkesin değerini görmezden gelir ve bunu yaparken, onur anlamında değerli olanla faydalılık anlamında değerli olan arasındaki belirleyici çizgiyi bulanıklaştırır. İnsan bu farkın bilincinde olmaz ve bireyin değerinin şimdiki faydalılığına bağlı olduğuna inanırsa, o halde inanın ki Hitler’in programına göre ötenazi istemesi kendi açısından tutarlı olacaktır; yani toplumsal yararlılıklarını yaşlanma, tedavi edilemeyen hastalık, zihinsel gerileme veya başka bir engel dolayısıyla yitirmiş olanların “acısız” öldürülmesini savunmalıdır.

 

 

s.154 - 155

 

Ben “sahibinin sesini” tekrarlayan papağanlar yetiştirmekle değil, meşaleyi “bağımsız ve hünerli, yaratıcı ve yenilikçi” ruhlara teslim etmekle ilgileniyorum.

 

 

Beni kaideleri istisna oluşturan örnekler vermekle suçlayabilirsiniz. “Sed omnia praeclara tam difficili quam rara sunt” (Güzel olan her şey nadir olduğu kadar da kavranması güçtür) der Spinoza Etika'nın son cümlesinde. Elbette “azizler” derken kastımızın ne olduğunu sorabilirsiniz. Dürüst ve insanlardan bahsetmek yeterli değil midir? Bunların bir azınlık olduğu gerçektir. Bundan da fazlası, her zaman azınlık kalacaklardır. Yine de bu azınlığa katılmanın büyük bir mücadele gerektirdiğini düşünüyorum. Dünya kötü bir durumdadır ve her birimiz elimizden gelenin en iyisini yapmazsak daha da kötüsü olacaktır.

 

 

 

 

 


Haset ve Şükran

  Melanie Klein - Haset ve Şükran Çeviri: Orhan Koçak - Yavuz Erten Yayıncı: Metis  7.  Basım - İstanbul 2021 99 sayfa s. 9 Klein'ın kur...