Prof. Dr. Cengiz Güleç - Ruhun Sırları - Vaka Örnekleriyle PsikoterapilerEditör : Selen YağcıYayıncı: Pusula Yayınevi2. Baskı Ocak 2021 Ankara304 sayfa
s.14 - 15
Belki de kendi nevrotik eğilimlerimizi tedavi etme umuduyla seçtiğimiz psikiyatri ve psikoloji eğitimi, kimi meslektaşlarımızın olgunlaşmasına, değişmesine belli bir dereceye kadar yararlı olmuş olsa da, korkarım hepimiz bu eğitime başlarken ne isek, yaşlanıp bir köşeye çekildiğimizde de yine aynı insan olarak kalıyoruz. Yaşlanmak ile olgunlaşmak arasında yakın bir ilişki olduğunu kabul etmekle birlikte, her hayat döneminin kendine özgü olgunluk kriterleri olduğunu belirtmek isterim.
Ünlü varoluşçu terapist Yalom'un söylediği gibi terapi, hayatın giysili bir provasıdır. Terapiyi bir yaşama sanatı olarak gören usta terapistlerin, hemen tümü hayatın anlamı üzerinde odaklanmışlardır. Bu ustalar, belirli bir terapi ekolünün başarılı pratisyenleri olmaktan öte, terapilerin altında yatan insan tasarımına ilişkin, özgün bakış açıları geliştiren filozoflardır.
s.17- 18
Kişisel yaşam öyküsü ile doğrulanan bir psikoloji kuramının başka bir örneği akademik psikoloji dünyasında görülmemiştir. Bu nedenle Frankl'ın ruh sağlığı hakkındaki görüşleri de bence çok değerlidir. O, bu konuda şunları söylüyor:
s.44
Anti psikiyatri akımının öncülerine göre, "öteki" ile ilişkimiz kuram yüklüdür. Kuramlarımızın öncülleri olan algılarımız ise, büyük ölçüde yanıltıcıdır. Kişinin ruhsal yaşantılarına ait olgular nesnel olarak bilinemez, ancak öznel olarak yaşanabilir. Dolaysıyla, doğa bilimlerindeki gibi pekin doğrulara erişmek olanaksızdır. Psikiyatrik tedavilerin ve psikoterapilerin de meşruiyeti, bu durumda sorunludur. Daha da ileri giden bazı antipsikiyatri kuramcıları, insan bilimlerindeki hakim bilimsel kuramların, değer yüklü ve ideoloji ağırlıklı oluşlarından ötürü sorgulanmaları gerektiğini, ötekini "hasta ya da deli" olarak etiketleme, haklı görülür bir yanı olmadığını ileri sürerler.
Antipsikiyatri akımı, sadece biyolojik psikiyatri okullarını değil, başta psikanaliz olmak üzere bir çok psikodinamik terapi sistemlerini de eleştirmektedir.
s.45
İnsan bilimlerinin amacı, doğa bilimlerinde olduğu gibi açıklamak değil, anlamak olmalıdır. Bu da ancak, özne üzerinde odaklanmak, "öteki"nin yaşadığı duygu ve deneyimlere karşı duygusal ve entelektüel katılımda bulunmak, insani varoluşun gerçekleştiği çerçeveyi anlamak ve keşfetmekle mümkün olabilir. Nesnellik kaygısı güden her tür indirgeyicilik ve pozitivistik paradigma insan bilimlerinde ancak yanılmayı temsil eder.
s.47
Psikoterapilerin meşruiyetini sorgularken; "dengeli bir kuşkuculuk' ve "eksik bilgilerle yetinen mütevazi bir duruş" benimsendiğinde "öteki"ni bilmek, psikoterapi yöntemleri ile ötekinin değişmesini sağlamak mümkün olabilir. "Öteki"ni kendi gerçekliği ve anlam dünyası içinde ele alıp, anlamaya çalışmak, onu bireysel seçimleri, kişisel özellikleri çerçevesinde, yargılamadan kavramak ve kendi kişisel değer dünyamızı işin içine katmamaya özen göstermek tutumuna, "gerçek empati" diyebiliriz. İnsan, empati kurabilen bir varlıktır. Empatinin tüm psikoterapilerde başat ilke olarak benimsenmiş olması, bence bu hakikatten kaynaklanmaktadır.
s.54 - 55
Neye göre nevrotiği sağlıklı hale getirmeye çalışıyoruz? Bu soruya tartışmasız olarak kabul edilmiş bir cevap da yoktur. Örneğin, kırılmış bir kemiğin iyileşme aşamaları ve sonradan aldığı göreceli "sağlıklı" form ile kemiğin doğal formu arasında ne kadar fark varsa, iyileşme yolundaki nevrotiğin de kişilik yapısı hastalığın izlerini taşıyacaktır. Nevrotik bir kişiyi içinde yaşadığı sosyo-kültürel çerçeve soyutlayıp ele alamayız. Terapi yaklaşımları bu yolda, kararsızlıklarla yürümektedir. Dolayısıyla, daha "mütevazı" hedefler seçerek, mükemmelen iyileştiren tedaviyi değil, yardım edebilen tedaviyi tercih etmeliyiz. Tanrısallık taslamayıp, hastadan uzaklaşmadan, ayaklan yere basan yenilikleri, gelişmeleri izleyerek, tedavi süresince esnek bir tutum benimseyerek hastalarımıza yardım edebiliriz.
s.56
Psikoterapi, bir hastalığın tedavisinden çok, kişinin olgunlaşması, egosunun eğitilmesi sürecidir. Kişinin o güne kadar aldığı eğitimlerin karşıtı olarak terapi, kişinin duygusal ve kişisel ihtiyaçlarını uygun bir biçimde doyurmasını ve bazı ruhsal dengesizliklerin düzeltilmesi gerektiğini dikkate alan özel bir yaklaşımdır. Terapi istenmeyen alışkanlıkları gidermekten çok, yeni beceriler eklemeli ve sorun çözme stratejilerini daha uyumlu hale getirmelidir. Bundan ötürü nevrotik kişinin terapiye aktif katılımı ve kendisiyle mücadele yolunda dayanıklılığı şarttır.
s.63
Bir kişi terapi odasında, içtenlikle, yeni bir hayat umut edebilir. Gerçekte olan ise eski hayatının yeniden düzenlenmesi ve tutunabileceği bazı yeni yolların keşfedilmesidir.
s.79 (Yüzleştirme Alıştırması)
"Kendi kendinize sitem ettiğinizi ya da kendinizi kınadığınızı düşünün. Burada gerçek bir suçluluk duygusu değil, sadece suçlu rolünü oynadığınızı göreceksiniz. Tanıdıklarınız arasından, siteminizi ya da kınamanızı gerçekten yöneltmek istediğiniz o her kimse, onu bularak, siteminizi ya da kınamanızı tersine çevirin. Kimi terslemek, kimde kusur bulmak istiyorsunuz? Suçlu rolünü oynayarak kendinizde yaratmaya çalıştığınız suçluluk duygusunu acaba kimde uyandırmak istiyorsunuz?"
s.82
Freud, "Uygarlığın Hoşnutsuzluğu" adlı kitabında özetle uygarlık ile nevroz arasındaki ilişkiyi Freud şöyle tanımlar: "Tek tek bireylerin egoları, id'in ihtiyaçları (içgüdüsel dürtü ve arzular) ile süperegonun yasaklan arasında doğan çatışmanın odak noktası olarak nevroza sığındığı gibi, uygarlık da insanlarda türlü rahatsızlıklara ve hoşnutsuzluklara yol açar."
Freud'a göre sevgi ve şefkat toplumsal olmayan, bireysel bir özelliktir ve uygarlığın düşmanıdır. Öte yandan uygarlık da kuralları ve yasakları ile "aşk" ı dinamitler.
s.84 - 85
Nevrotik insanlar durmadan reddedildiklerini, çevreden kabul görmediklerini tekrarlarlar. Bu daha ziyade, onların kendi reddedişlerinin başkalarına yansıtılmasıdır. Bu mekanizma nevrozun oluşumunda etkili olan üçüncü patolojik savunmadır. Onların hissetmek istemedikleri şey, kendi kişiliklerine rızaları olmadan aldıkları içe atmalara ilişkin iğrenme duygusudur.
s.88
Nevrotik insan, başkalarını, kendi bir takım mesnetsiz gerçek dışı ülkülerine ya da onlara dayatılmış olan kurallara uygun bir şekilde davranmadıklarından ötürü reddetmektedir. Kendi reddedişini bir kez başka bir kişiye yansıttı mı artık, bu duruma ilişkin herhangi bir sorumluluk duymaksızın, kendini haksız yere uğradığı her türlü sıkıntının, kaba muamelenin ya da entrikanın pasif hedefi ve kurbanı olarak görmeye başlar.
s.89
Son derece önemli ve tehlikeli bir yansıtma türü de önyargıdır. Irk önyargısı, sınıf önyargısı, inançlarla ilgili önyargılar gibi. Kötülenen gruplara, gerçekte önyargılı kişiye ait olan, ama o kişinin baskıya alarak bilinçliliğe çıkarmadığı özellikler isnat edilir. Kendi "ilkel, vahşi ve aşağılık" yanlarından nefret edileceğinden emin olan ve onlarla uzlaşmayı reddeden önyargılı kişi, hor gördüğü ırkın ya da inanç topluluğunun "hayvanca, ilkel ve vahşi" olduğu düşüncesine takılı kalır. Özellikle kıskançlık ve kuşkuculuk gibi özelliklerin baskın olduğu nevrotiklerle yapılan terapi seanslarında, bu mekanizmanın nasıl çalıştığını gösterecek yönerge ve alıştırmaların işlenmesi uygundur.
Gerçekten de bu bakış açısının yeni bir pencere açmakta olduğunu hastanın da anladığından emin olduktan sonra, ileri bir adım olarak hastaya aşağıdaki talimat verilebilir:
"Şimdi artık "yapacağım" ya da "yapmayacağım", "hayır demeyi başaracağım" diyerek hayata karşı aktif bir konuma geçebilirsiniz:'
Yeni bir düşünme biçimi olarak sunulan bu talimatın gerekçesi olarak şu açıklamayı yapmak yerinde olur:
"Büyürken farkına varmadan içselleştirdiğimiz değer yargıları (insanlara karşı adil ve merhametli ol, sevecen ve cömert ol ki; seni sevsinler ve onlarda sana böyle davransınlar vb.) genellikle sevgiyi ele geçirme yani sevilmeyi güvence altına almaya yöneliktir. Bunlar da bizim baştan beri konuştuğumuz "kontrol yanılsamalarımızı" pekiştiren öğütlerdir. Yani bizi hep hayat karşısında pasif olarak bekleyen ve alıcı bir konumda tutan insani önerilerdir. Bunlar insan ilişkilerimizde çoğu defa karşılanması imkansız yüksek beklentiler edinmemize yol açar. Terk edilme, aldatılma, kandırılma gibi durumlarda yaşadığımız derin düş kırıklığının ana sebeplerinden biri de yüksek beklentilerimizdir. Bu düş kırıklığı durumuna belli belirsiz suçluluk duyguları da eşlik eder.
s. 163
Hayal kırıklığımız gerçek ve insanidir. Ama suçluluk duygularımız bir yanılsamanın sonucudur ve kaçınılmaz da değildir. Sonsuza kadar sürecek bir aşk efsanesine kendimizi o kadar kaptırmış oluruz ki bu peri masalını gerçekleştiremeyince kendimizi sorumlu değil suçlu hissederiz.
İlişkilerimizin kalıcı olmasını hepimiz isteriz. Ancak ilişkilerin dünyevi ve geçici olabileceğine inanmayı inkar ettiğimiz için bilmeden, kendi elimizle ilişkiyi bitiren taraf olduğumuzu da göremeyiz. Uzun ömürlü olgun ve mutlu bir sevgi ilişkisi yaşamak tabii ki mümkündür. Ama nedense bu imrenilecek ilişkinin ön koşulu olan şu gerçeği görmeyiz: "Ancak olgun ve sağlıklı iki insan mutluluk veren ve birbirini çoğaltan, geliştiren bir sevgi ilişkisi yaşayabilir."
Duygusal açıdan ve benlik gücü bakımından simetrik konumda olan sağlıklı insanlar kalıcı bir içtenlikli yakınlık kurup sürdürebilirler. Yani ancak birbirine benzer kuşlar yan yana uçabilirler."
Bu açıklamaları yaparken hastanın yetersizlik. ya da aşağılık duygusuna düşebileceğini de hesaba katarak, ölçülü olmak ve mutluluk gibi tanımlanması belirsiz bir kavramı abartılı olarak vurgulamamak gerekir.
Üçüncü adım, hastada bu denli acıya yol açan ilişkinin mahiyetini serinkanlı bir biçimde birlikte analiz etmeye çalışmaktır. Bu noktada aklımızda tutmamız gereken gerçekler şunlardır:
İlişkiler hiçbir zaman tek başına öz sevgi, öz saygı ve değerlilik. duygusu veremez. Bunları kendimiz bizzat kazanmak zorundayız. Gelişmemiş olan öz saygımızı ve öz sevgiyi başkaları sağlayamaz. Olumlu bir ilişki, olsa olsa bizim bu yönlerimizi güçlendirebilir. Olgun bir sevgi ilişkisi kendimizde var olan olumlu özelliklerimizi keşfetmeye elverişli bir duygusal ortam sunar. Gerisi bize düşer. Hemen hemen her olumlu sayılan bir ilişki içinde, meydan okuma, egemenlik kurma, özerk ve bağımsızlık mücadelesi gibi insani yönler bulunur.
s.164
Üçüncü terapötik adımda hastamıza şunu sorabiliriz:
"Siz kendi ilişkinizde bu yönlerden hangilerini ve ne oranda buluyorsunuz? Bunu birlikte araştıralım ister misiniz?"
Sonuç olarak, içimize ve hayatımıza başka bir pencereden bakmanın mümkün olabileceğini somut olarak göstermeye yönelik bu tarz bir ele alış, hastada değişimin ateşleyicisi olabilir.
s.175
Genç terapistlerin terapi stratejilerini belirlerken, evliliğin ve ailenin nasıl olduğundan çok nasıl olması gerektiğine dair kişisel ideolojilerinin ve temel varsayımlarının öncelikle farkında olmaları gerektiğine işaret etmek isterim.
s.213
Psikoterapiler üzerine yapılan araştırmalar, başarılı çoğu psikoterapi uygulamasının kısa süreli olduğunu göstermektedir. Araştırmacıların bulgularına göre terapiye katılan hastaların yarısından fazlası 8 seans sonunda tedaviyi bırakmaktadırlar. Ortalama seans sayısı da 4'tür.
Psikanalizden beklentiler arttıkça, kuramsal yapı daha da karmaşıklaşmış ve tedaviler de uzun yıllara yayılmıştır. "Bitmeyen Terapi" adlı denemesinde Freud, tedavilerin sonlanmayacağına ilişkin karamsarlığını açıkça dile getirmektedir. Psikanalistlerin çoğu, bu eğilimin farkına varmış fakat dişe dokunur bir düzenleme yapmaktan kaçınmıştır.
s.214
Sandor Ferenczi,1918 yılında yayınladığı bir makalede "aktif analiz" olarak adlandırdığı değişikliği Uluslararası Psikanaliz Kongresinde sunma cesaretini göstermiştir. Freud'un bazı fobik ve obsessif hastalarda, korku ve saplantıların üzerine gitmelerini teşvik etmenin tedavide kullanılabileceğini önermesinden hareketle Ferenczi, kısa süreli aktif terapiyi geliştirdiğini iddia etmiştir.
Aynı yıllarda Otto Rank da benzer düşüncelerle psikanalitik kuramın geliştikçe analizlerin uzamasından yakınmaktadır. "Psikanalizin Gelişmesi" adlı ortak kitaplarında Ferenczi ve Rado, psikanalizin ilk yıllarındaki parlak tedavilerin, birkaç gün ya da haftada gerçekleştirildiğini belirtmişlerdir. Uzayan psikanalitik çalışmalardan elde edilen bilgilerin, insanın ruhsal yapısı hakkında değerli katkılar sağlamakla birlikte "gerçek tedavi" görevini ihmal etmenin ve hastadan uzaklaşmanın feci bir yanılgı olduğunu, büyük bir cesaretle dünyaya duyurmuşlardır.