Özgün
ismi: Incognito
©
2011, David M. Eagleman
Domingo
Yayınevi
Çeviri:
Zeynep Arık Tozar
İlk
Basım Tarihi: Nisan 2013 İstanbul
Sayfa sayısı: 371
İZDÜŞÜMLER
9. İnsanoğlu, içinden belirdiği hiçliği ve onu yutmuş
sonsuzluğu anlamakta aynı ölçüde beceriksizdir.
–Blaise Pascal, Pensées (Düşünceler)
11.
Hücreleri birbirine bağlayan ağ öylesine akıl almaz bir karmaşıklık içerir ki,
ne insan dili yeter bunu açıklamaya, ne de mevcut matematik. Genel olarak tek
bir nöron, komşu nöronlarla yaklaşık 10.000 bağlantı kurmuş durumdadır.
Milyarlarca nöron
bulunduğunu düşünecek olursak, beyin dokusunun tek bir santimetre küpünde,
Samanyolu gökadasındaki yıldızların sayısı kadar bağlantı olduğunu
söyleyebiliriz.
Kafatasınızın içindeki
pembe jöle kıvamlı, ortalama 1400 gramlık organ, aslında alışık olmadığımız
türden bir bilgisayımsal (kompütasyonel) malzemedir. Kendi kendini
yapılandırabilen minyatür ölçekli parçalardan oluşan bu malzeme, inşa etmeyi düşlediğimiz ya da düşleyebileceğimiz her şeyi rahatlıkla geride
bırakacak özelliktedir. Bu nedenle kendinizi tembel ya da kalın kafalı
hissettiğiniz zamanlarda, aslında gezegendeki en çalışkan ve parlak nesne
olduğunuzu düşünüp moralinizi yükseltebilirsiniz.
14 - 15. Yakın geçmişte yapılan bir deneyde katılımcı
erkeklerden, kendilerine gösterilen farklı kadın yüzü fotoğraflarını çekicilik bakımından
değerlendirmeleri istenmişti. 20 cm x 25 cm boyutlarındaki fotoğraflarda
kadınların yüzleri ya kameraya doğrudan dönüktü ya da kameradan dörtte üçlük
bir dönüş yapmış durumdaydı. Erkeklerin farkında olmadığı gerçek ise,
fotoğrafların yarısında gözbebeklerinin büyümüş, diğer yarısında büyümemiş
olduğuydu. Katılımcılar tutarlı biçimde gözbebeği büyümüş kadınları
yeğlemişlerdi; ama şaşırtıcıdır ki, kendi kararlarıyla ilgili herhangi bir
içgörüye sahip değillerdi. “Bu fotoğraftaki kadının gözbebeklerinin diğer
fotoğraftakinden 2 milimetre daha büyük olduğunu fark ettim” diyen çıkmamıştı içlerinde.
Üzerine parmak basamadıkları bir nedenden dolayı, bazı kadınlar onlara diğerlerinden daha çekici gelmişti
yalnızca.
Öyleyse seçme işini kim
yürütmüştü? Beynin büyük çoğunluğu erişilmez olan işleyişi içinde bir şeyler, bir kadındaki büyümüş
gözbebeklerinin cinsel heyecan ve hazırlık durumuna işaret ettiğini biliyordu.
Çalışmaya katılan erkekler ise beyinlerinin bildiği şeyi bilmiyordu – en
azından açık biçimde. Bilmedikleri bir diğer şeyse, güzellik ve çekicilik
algılarının aslında içlerinde derinlere bir yerlere kazınmış olduğu,
milyonlarca yıllık doğal seçilimin incelikle ördüğü programlarla doğru tarafa
yönlendirilebildiği olsa gerek. Denekler kendilerine en çekici gelen kadını
seçerken, kararın gerçekte kendilerine
değil, yüz binlerce nesil boyunca beyinlerinin derinlerine kazınan başarılı
programlara ait olduğunun farkında bile değillerdi.
18. Beyin işlerini gizlilik içinde halleder ve fikirleri
müthiş birer sihir ürünüymüş gibi sunar size. Bu devasa operasyon sisteminin
bilinç ve biliş tarafından eşilip deşilmesine izin vermez. Beyin gösterisini
kılık değiştirerek – “incognito”– icra eder.
19. Parmaklarınızın piyano klavyesi üzerinde nereye
zıpladığına kafa yormaya başladığınızda, parçayı çalamaz
hale gelirsiniz.
24-25. Aziz Thomas Aquinas
(1225-1274) insan edimlerinin, neyin “iyi” olduğu
üzerinde kafa yormanın birer sonucu olduğuna inanıyordu. Ancak akılcı
düşünceyle pek de ilgisi olmayan onca davranışın varlığı da dikkatinden
kaçmamıştı; hıçkırmak, ayakla bilinçsizce ritim tutmak, bir espriye aniden
gülmek gibi. Kuramsal çerçevesinin zayıf noktasını oluşturan bu durumdan
kurtulmak için bu tür edimlerin tümünü temel
insan
davranışlarının dışında kalan farklı bir kategoriye havale etti; “zira bunlar akıl yürütme ve mantıktan köken almıyor”du. Bu ek kategoriyi tanımlarken, aslında
“bilinçdışı” fikrinin de ilk tohumlarını atmış
oluyordu.

26. İskoçyalı anatomist ve dinbilimci Charles Bell
(1774-1842) bütün sinirlerin –omurilikten köken alıp bütün vücuda yayılan ince
uzantıların– aynı olmadığını ve iki türe ayrılabileceğini keşfetti: motor
sinirler ve duyu sinirleri. Birinci grup beynin komuta merkezinden aldığı
bilgiyi taşıyor, ikincisi de bilgiyi beyne geri iletiyordu. Bu, beynin gizemli
yapısı içinde yer alan
bir örüntüyle ilgili ilk temel keşifti.
27. Alman fizikçi Ernst Heinrich Weber (1795-1878) de
fiziğin daha katı ve keskin kurallarını zihinle ilgili çalışmaların hizmetine
sunma fikrinin cazibesine kapılmıştı. Geliştirdiği yeni alan, “psikofizik”,
insanların neler duyumsayabildiklerini, hangi hızla tepki verebildiklerini ve
tam olarak neler algılayabildiklerini nicelendirmeyi
hedeflemekteydi
32. Yüzeyin altında yatan bu uçsuz bucaksız alanla ilgili sezgileri, Freud’u
özgür irade olgusunu
da irdelemeye yöneltmişti. Ona
göre, yapılan seçimler ve verilen kararlar gizlenmiş zihinsel süreçlerden köken alıyorsa, özgür seçim ya bir
kuruntu ya da en azından düşünüldüğünden çok daha sıkı biçimde sınırlandırılmış bir olgu olmalıydı.
Yirminci yüzyılın
ortalarına gelindiğinde, düşünürler artık kendimizi çok az tanıdığımız görüşüne
ısınmaya başlamışlardı. Kendi merkezimizde durmuyor, tıpkı Samanyolu’ndaki
Dünya ve evrendeki Samanyolu
gibi kıyıda köşede
bir yerlerde oturuyor ve olup bitenin ancak çok azından
haberdar olabiliyorduk.
41. “Yanılsama” sözcüğüne keskin ve tam bir tanım
getirmek kolay değildir; zira bir başka açıdan bakıldığında, görme olgusu da
aslında başlı başına bir yanılsama sayılabilir. Görüş alanının çevresel
bölgelerindeki çözünürlük, yarı-saydam, buzlu bir duş kabininden içeri
baktığınız zamanki görüntüyle kabaca eşdeğer sonucu verir; ama siz yine çevre
bölgeleri de net gördüğünüz yanılsamasına kapılmışsınızdır. Bunun nedeni,
merkezi görme düzeneğini yönlendirdiğiniz her bölgeye birdenbire
odaklanmanızdır.
…
Çevresel görüşünüz, tahmin
edebileceğinizden çok daha kötüdür aslında, çünkü normal koşullarda beyniniz
göz kaslarınıza, yüksek çözünürlüklü merkezi görüşünüzü doğrudan ilgilendiğiniz
nesnelere yöneltmenizi sağlayacak komutları vermektedir. Gözünüzü çevirdiğiniz
her yere keskin biçimde odaklanmış gibisinizdir; dolayısıyla
görme alanınızın tümüne odaklandığınızı varsayarsınız.
42.
İnsanların çoğunluğunun, yaşamlarını sınırlı bir görüş alanıyla
geçirdiklerinden habersiz olmaları ise gerçekten ilginç bir durumdur.
Görme olgusunun biraz daha
derinlerine indikçe, doğru anahtarları doğru kilitlere yerleştirmeniz koşuluyla
beyninizin size son derece ikna edici algılamalar sunduğu bariz hale gelir.
…
Belki de düşülen en yaygın
yanılgı, görme sisteminin karşınızdaki dünyayı, bir sinema kamerasının sadakatiyle
temsil ettiğine inanmaktır.
45. Değişim körlüğüyle
ilgili şaşırtıcı bir başka denemede, bir avludan geçmekte olan yayalar deneyci
tarafından gelişigüzel biçimde durdurulmuş ve yol tarif etmeleri istenmiştir.
Her şeyden habersiz olan denek yolu tarif etmeye çalışırken lafının orta
yerinde, bir kapı taşımakta olan işçiler kendisiyle deneyci arasından kaba
biçimde yürüyüp gidiyor ve bu arada da kapının ardına gizlenmiş yardımcısı,
deneycinin yerine geçmiş oluyordu. Kapı geçtikten sonra deneğin karşısında
duran kişi, artık başka biriydi sonuçta. Deneklerin çoğu, konuşmakta oldukları
kişinin başlangıçtaki kişi olmadığını fark etmeksizin
yol tarifine devam etmişti. Bir başka ifadeyle, gözlerine çarpan
bilginin ancak küçük bir bölümünü kodlamışlardı. Gerisi varsayımdı.
48. Beynin daha fazla
ayrıntı toplamak için dünyayı sorgulama biçimi, 1967’de Rus psikolog Alfred
Yarbus tarafından incelenmişti. Bir göz izleme cihazı kullanarak insanların
baktıkları noktaları kesin biçimde belirleyebilen Yarbus, deney katılımcılarından Repin’in
Beklenmedik Ziyaretçi tablosuna (bkz. izleyen sayfa) bakmalarını
istemişti. Katılımcıların yapacağı iş oldukça basitti: Tablodaki insanların
“beklenmedik ziyaretçi” gelmeden hemen önce ne yapmakta olduklarını; kimi
koşullarda da, bu insanların maddi durumlarını, yaşlarını ya da beklenmedik
ziyaretçinin ne kadar süredir uzakta olduğunu tahmine çalışmak.
50. Beyin, dış dünyaya
uzanır ve ihtiyacı olan bilgiyi etkin biçimde çekip çıkarır. Beklenmedik
Ziyaretçi ile ilgili
her şeyi aynı anda görmek
zorunda olmadığı gibi, her şeyi depolamak zorunda da değildir; bilmek
zorunda olduğu tek şey, aradığı bilgiyi bulmak için nereye yönlenmesi
gerektiğidir. Gözleriniz dünyayı araştırıp sorgularken, aradığı verilere
ulaşmak için stratejilerini optimize etmeye
çalışan birer ajan gibidir. Bunlar
“sizin” gözleriniz olduğu halde, misyonları hakkında pek az
bilgiye sahipsinizdir. Gözler, tıpkı bir gizli operasyon görevinde olduğu gibi
kendilerini ele vermeden, hantal bilincinizin yakalayamayacağı bir hızla çalışır.
64. Görmek, dünyayı berrak
bakışlarla karşınıza almaktan ibaret değildir; sistemin, görme sinirleri
boyunca ilerleyen elektrokimyasal sinyalleri yorumlamayı da öğrenmesi gerekir.
70. İnsan dişilerinin en
az yüzde 15’i, onlara fazladan (dördüncü) bir renk fotoreseptörü kazandıran bir
genetik mutasyon taşır ve bu sayede yalnızca üç tip renk fotoreseptörüne sahip
olan çoğumuz için aynı görünen renkleri birbirinden
ayırt edebilir. Renk kartelası içinde bize aynı görünen iki renk,
onlar için alenen farklı olabilir.
76. Beyin, belirli
koşullarda belirli bir iş yapmaya niyetlenmeniz durumunda neler olacağının
içsel simülasyonunu gerçekleştirir. Bu içsel modeller motor eylemlerde
(yakalamak ya da kaçmak gibi) rol oynamanın ötesinde bilinçli algıların da temelinde yatar. Algının,
yalnızca verileri hiyerarşik bir düzene göre bir araya getirmek değil, beklentileri gelen duyusal verilerle eşleştirmek temelinde işlediği düşüncesinin
izlerini 1940’lı yıllara kadar sürmek mümkündür.
78. Çevrenizin farkına, ancak
duyusal girdilerin beklentilerle çeliştiği zamanlarda varırsınız. Dünya
beklentilerinizle uyuştuğunda farkındalığa gereksinim yoktur, çünkü beyin işini
gayet iyi biçimde görmektedir.
79. Kendi eylemlerinizle
sonuç duyumlar arasında geliştirdiğiniz bu öngörülebilirlik durumu, kendinizi
gıdıklayamamanızın da nedenidir aynı zamanda. Başka insanlar sizi
gıdıklayabilir çünkü yararlanacakları manevralar sizin için öngörülebilir
değildir.
…
İlginçtir ki şizofreni
hastaları kendilerini gıdıklayabilirler. Bunun nedeni, motor hareketlerle sonuç
duyumların doğru biçimde sıralanmasını engelleyen bir
zamanlama sorunu yaşamalarıdır.
79.-80. Beyni kendi iç dinamiğine sahip döngüsel bir sistem
olarak kabul etmek, bize normalde tuhaf gelecek bazı bozuklukları anlamanın kapılarını
da açacaktır. Sözgelimi, beynin kanlanmasındaki bir soruna bağlı olarak körlüğün geliştiği Anton sendromunda, hasta göremediğini inkâr eder.
….
Bu insanların yaptıkları, kör değilmiş gibi davranmak değildir; kör olmadıklarına yürekten
inanmakta, durumlarını yürekten inkâr etmektedirler. Sözel ifadeleri kusurlu olmakla birlikte, yalan
değildir. Görme olduğunu sandıkları bir deneyim yaşamaktadırlar gerçekten de;
ancak görüntü tümüyle içeride üretilmektedir. Anton sendromlu hastalarda sık
görülen bir durum, hastalığa neden olan beyin kanaması ya da damar tıkanıklığı
gerçekleştikten bir süre sonrasına kadar tıbbi yardıma başvurmamalarıdır, çünkü
kör olduklarının farkında bile değildirler. Bir şeylerin ters gittiğini
anlayana kadar genelde epeyce eşyaya çarpmaları gerekir. Hastanın verdiği
yanıtlar tuhaf gelse
de, bunlara kurmuş
olduğu içsel model çerçevesinde bakmak gerekir: Beyin
kanlanmasında yaşanan sorundan dolayı dış veriler doğru yerlere
ulaşamamakta, hastanın yaşadığı gerçeklik duyusu da, büyük ölçüde beyninin
ürettiğiyle sınırlı kalmaktadır. Bu gerçekliğin, gerçek
dünyayla pek az bağlantısı kalmıştır artık. Hastanın deneyimlerinin, bu anlamda
rüya görmekten, uyuşturucuya bağlı “uçuşlardan” ya da sanrılardan farkı kalmamıştır.
80. Beynin kurguları görme ve işitmeyle sınırlı değildir; zaman
algısı da bu tür bir kurgudur.
81. Zamanla ilgili tuhaf
bir şeyler döndüğünden emin olabilmeniz için, işte size küçük bir deneme:
Gözlerinize aynada bakın
ve sonra da bir
sağ gözünüz, bir sol gözünüze bakacak şekilde odak noktanızı sağa sola
kaydırın. Gözünüzün bir konumdan diğerine yer değiştirmesi onlarca
milisaniye alacaktır; ama asıl mesele,
kendi gözlerinizi hareket ederken asla göremeyecek olmanızdır.
Gözleriniz hareket ederken, zamandaki boşluklara ne olur? Beyniniz, görsel
girdilerdeki küçük yokluk anları konusunda neden umursamaz davranmaktadır?
82. Kişi ne zaman bir şeye
tekme atsa ya da çarpsa, beyin ses,
görüntü ve dokunuşun eşzamanlı olduğu varsayımında bulunabilir. Sinyallerden
birinin gecikmeli gelmesi durumunda, beyin, iki olayın birbirine daha yakın
zamanda gerçekleştiği izlenimini verecek şekilde, beklentilerinde ayarlama
yapar.
84. Beyin, zaman ve
kaynaktan tasarruf sağlayan varsayımlarda bulunarak, dünyayı yalnızca ihtiyacı
olduğu kadarıyla görmeye çalışır. Kendimize onlarla ilgili sorular sormaya
başlayana kadar çoğu şeyin bilincine
varmadığımızı anlamaya başladığımız anda, kendi derinlerimize inme yolunda yaptığımız yolculuğun ilk
adımını da atmış sayılırız. Bu noktada, dış dünyada algıladığımız şeylerin, beynin erişme
olanağı bulamadığımız bölgelerince üretildiğini anlarız.
99. 2004’te psikolog John Jones ve meslektaşları, Georgia’nın Walker, Florida’nın da
Liberty bölgelerinden on beş bin evliliğe ilişkin kayıtları incelediler.
Bulgularına göre, isimleri, kendi isimlerinin baş harfiyle başlayan kişilerle
evlenmeyi yeğleyenlerin sayısı, gerçekten de şansa
atfedilebilecek bir oranın üzerindeydi.
Peki ama
neden? Mesele aslında
bütünüyle harflerde yatmaz; işin aslı, bu tür durumlarda
seçilen eşin, kişiye kendisini hatırlatmasıdır. İnsanlar kendi yansımalarını
başkalarında bulmayı severler. Psikologlar bu durumu bilinçdışı bir özsevgi olarak, bir başka deyişle
yakın ve aşina
gelen şeyler karşısında duyulan bir rahatlık düzeyi
olarak yorumlar ve örtülü benlikçilik
(implicit egotism) olarak tanımlarlar.
Örtülü benlikçilik,
yalnızca eş bulmayla ilgili değildir; almayı tercih ettiğiniz ürünleri bile
etkiler.
106. Hisler Ve Önseziler
Vücudun genel durumu, dış dünyada gerçekleşen
olayların sonuçlarıyla ilintilidir. Kötü bir şey olduğunda beyin, bütün vücudu
ilgili duyguyu kaydedecek biçimde uyarır (kalp atım hızını, bağırsakların
kasılmasını, kasların kasılma gücünü vb. etkileyerek) ve o duygu
böylece olayla ilintilendirilmiş olur. Aynı olay
üzerinde yeniden düşünüldüğünde, beyin bir simülasyon yürüterek olayla ilgili
fiziksel duyum ve duyguların yeniden yaşanmasına neden olur. Bunlar da hemen sonraki karar verme
aşamasında izlenecek yolu, en azından
tutulacak tarafı belirler; söz konusu olayla ilgili
duygular kötüyse caydırıcı, olumluysa yüreklendirici etkide bulunurlar.
Buna göre bedensel
durumlar, davranışa yön verebilecek önsezileri sağlar bize. Önseziler ise
şansın öngöreceğinden çok daha büyük sıklıkla doğru çıkar; çünkü bilinçdışı,
bilinçten önce davranarak durumu kavramıştır; bilinç arkadan gelir.
110. Beynin, özellikle de
insan beyninin en etkileyici yönlerinden biri, önüne gelen neredeyse bütün
işleri öğrenme esnekliğine sahip oluşudur.
118. Arzu ne kadar doğal görünürse
görünsün, dikkat edilecek
ilk şey, yalnızca türe uygun bir arzuya “ayarlı” oluşumuzdur. Bu durum basit,
ancak önemli bir noktanın altını
çizer: Beynin devreleri, hayatta kalmamız için uygun davranışları
üretecek şekilde düzenlenmiştir.
119. Hiçbir şey “doğal”
olarak lezzetli ya da tiksindirici değildir; tadın niteliği, sizin
gereksinimlerinize bağlıdır. Lezzet, basitçe bir yararlılık göstergesidir.
121. Bilim, bizim
göremediklerimizi görebilen makinelerle ilerlerken, beynimizin, fiziksel
çevrenin ancak küçük bir kısmını tarayabildiği de açıklık kazanmaya
başlamıştır. Baltık Almanlarından biyolog Jakob von Uexküll, 1909’da, aynı
ekosistemdeki farklı hayvanların, çevreden farklı
sinyalleri yakaladığını fark etti.
Kenelerin görmeye ve işitmeye
kapalı dünyasında önem taşıyan sinyaller, bütirik asidin ısı ve kokusudur
örneğin. Siyah hayalet bıçak balığı için elektrik alanları, ses yankılarıyla
yön bulan yarasalar için ise hava basınç dalgaları birinci sıradadır. Böylece
von Uexküll, yeni bir kavram ortaya atmıştı: Dünyanın görebildiğiniz bölümü umwelt (çevre, çevreleyen dünya), daha
büyük olan gerçeklik ise (böyle bir şey varsa)
umgebung olarak adlandırılıyordu.
122. The Truman Show filminde, filme adını veren Truman, gözü pek bir
televizyon yapımcısının tümüyle onun çevresine ördüğü (çoğunlukla da
doğaçlamayla) bir dünya içinde yaşamaktadır. Filmin bir kesitinde bir muhabir yapımcıya sorar: “Sizce Truman neden kendi dünyasının gerçek doğasını keşfetmenin kıyısına bile gelememiş durumda?” Yapımcı şöyle yanıtlar:
“Bizler, bize sunulan dünyanın gerçekliğini kabul etmeye hazırızdır.” Bu
sözlerle taşı gediğine koymuştur yapımcı. Çünkü gerçekten de umwelt’i sorgusuz kabul eder ve orada dururuz.
123. Belli oranda
kadında yalnızca üç değil,
dört tip renk fotoreseptörü bulunur; bu kadınlar çoğu
insanın asla ayıramayacağı bazı renkleri ayırt edebilirler. Bu
küçük kadın topluluğunun bir üyesi değilseniz, şu anda, daha önce farkında olmadığınız bir zaafınızı keşfettiniz demektir. Kendinizi
bir renkkörü olarak görmemiş olabilirsiniz bugüne kadar; ama renk tonlarına
karşı aşırı duyarlılık taşıyan bu kadınlar için öylesiniz. Sonuçta, yaşamınız
mahvolmuş değil; tek değişen, bir başkasının nasıl olup da dünyayı bu denli
tuhaf algıladığı üzerinde düşünüyor olmanız.
Aynı şey, doğuştan kör
olanlar için de geçerlidir. Bu insanlar herhangi bir eksiklik hissetmez,
görüşün olması gerektiği yerde karanlık algısı yaşamazlar. Görüş, zaten hiçbir
zaman gerçekliklerinin bir parçası olmamıştır. Bu nedenle siz, bir tazının
algıladığı fazladan kokuların ya da sözünü ettiğimiz “tetrakromatik” kadınların
algıladığı fazladan renklerin eksikliğini ne kadar duyuyorsanız, onlar da görme
becerisinin eksikliğini o kadar duyarlar.
123. İnsanların umwelt’i ile kene ve tazıların umwelt’i arasında büyük fark olduğu bir gerçektir; ancak bu konuda
insanlar arasında da azımsanmayacak bir bireysel çeşitliliğe rastlanabilir.
124. Bu türden sorular önceleri felsefi düşünceler
dünyasına ait idiyse de artık bilimsel deneyler dünyasına terfi etmiş
durumdadır. Ne de olsa, beyin işlevleri, insanlar
arasında az çok farklılık gösterir ve bu farklılıklar
da kimi zaman dünyayı algılama biçimindeki farklılıklarla belli eder kendini.
Her birey, kendi seçtiği
yolun gerçeklik olduğuna inanır. Bunu
daha iyi anlamak için magenta
renkli salılar, biçimi
olan tatlar ve dalgalı
yeşil senfoniler içeren bir dünya düşleyin. Diğer bütün yönleriyle normal olan her yüz kişiden
biri, sinestezi (“birleşik duyumlar” anlamına gelir)
adı verilen durumdan
ötürü dünyayı işte böyle
algılar. Sinestezik kişilerde belirli bir duyunun uyarılması, olağanın
dışında bir duyusal deneyimi tetikler: Renkler
işitilebilir, biçimler tat kazanır ya da sistematik olarak başka duyusal karışımlar yaşanır. Sözgelimi, bir ses ya da müzik kesiti yalnızca işitilmekle kalmaz,
aynı zamanda görülebilir, tadılabilir ya da dokunabilir olur. Sinestezi, farklı
duyusal algıların birleşmesi durumudur. Zımpara kâğıdına dokunduğunuzda fa
diyez sesi alır, önünüzdeki tavuğu tattığınızda parmak uçlarınızda karıncalanma hisseder ya da bir
senfoniyi maviler ve altın renkleri eşliğinde dinlersiniz. Sinestezik kişiler
bu etkilere öylesine
alışmıştır ki, başkalarının da aynı deneyimleri
yaşamadığını anladıklarında genellikle şaşırırlar. Bu tür deneyimler, hiçbir
anlamda patolojik birer anormallik değildir; sadece istatistiksel açıdan sıra dışıdır.
127. Düzinelerce çeşidiyle
sinestezi, böylece bireylerin dünyaya öznel bakışlarında yatan inanılmaz
farklılıkları vurgular ve bize her bir beynin, algıladığı ya da algılamaya
muktedir olduğu şeyleri benzersiz biçimde belirlediğini bir kez daha
hatırlatır. Bu gerçek, bizi buradaki ana noktamıza getirir yeniden: gerçekliğin, genelde sanılandan çok daha öznel bir karakter
taşıdığı. Gerçeklik, beyin tarafından pasif biçimde kaydedilmek yerine,
aktif biçimde beyin tarafından inşa edilir.
129. Sağır bebekler,
işitebilen bebeklerle aynı sesleri çıkarır;
farklı ülkelerde yaşayan
bebeklerin çıkardıkları sesler
ise, birbirinden çok farklı dillere maruz kalsalar da benzerdir.
Buradan, bu ilk bebek ‘konuşmalarının’, insanlarda önceden programlanmış bir özellik olarak
kalıtıldığını anlıyoruz.
136. Beynimize en köklü
biçimde kazınmış içgüdüler, psikologların yalnızca insana özgü durumları
(yüksek bilişsel beceriler
gibi) ya da sorunları
(zihinsel bozukluklar gibi) anlamaya daha fazla yönelmeleri nedeniyle
spotlardan uzağa itilmiştir genellikle. Ama en otomatik ve en az çaba
gerektiren (yani özelleşmişlik ve karmaşıklık bakımından en üst düzeydeki nöral
devreleri gerekli kılan) davranışlar, aslında ta başından beri gözümüzün
önündedir: cinsel çekim, karanlık korkusu, empati, tartışma becerisi,
kıskançlık, adalet arayışı, çözüm bulma, ensestten kaçınma, yüz ifadelerini
tanıma... Bu tür davranış ve eylemlerin altında yatan geniş nöral ağlar
öylesine ince bir ayardan geçmiştir ki, gündelik işleyişlerinin farkına bile
varmayız. Kolay işler, güçtür aslında: Kanıksama sonucu doğal saydığımız
şeylerin çoğu, sinirsel açıdan karmaşıktır.
143. kadın (ya da erkek)
güzelliğinin beyin devreleri tarafından önceden düzenlenmiş olduğudur. Bu
programlara bilinçli olarak erişemez ve onları ancak dikkatle tasarlanmış çalışmalarla ortaya çıkarabiliriz.
144. Güzellikle ilgili
olarak verilen hükümler
yalnızca görsel sistemin etkisiyle biçim kazanmayıp,
kokudan da etkilenir. Koku, olası eşin yaşı, cinsiyeti, doğurganlığı, kimliği,
duyguları ve sağlığı hakkında epeyce bilgi taşır. Bilginin taşıyıcısı ise bir
yerden diğerine akan bir moleküller filosudur. Birçok hayvan türünde bu
bileşikler davranışı neredeyse tümüyle ele geçirmiş durumdayken, insanlarda bu
moleküllerle taşınan bilgi, çoğunlukla bilinçli farkındalık radarına çarpmadan
davranışı etkileyebilmektedir.
145. Bütün memeliler “temel doku uygunluk kompleksi”
(major histocompatibility complex – MHC) olarak bilinen ve bağışıklık sistemimizin ana oyuncuları konumunda olan bir gen kümesi taşırlar. Önüne farklı
seçenekler sunulmuş bir fare, MHC genleri kendininkinden farklı olan bir eş seçecektir çünkü gen havuzuna
çeşit katmak, biyolojik açıdan yararlı olduğunu kanıtlamış bir stratejidir:
Genetik bozuklukları asgariye indirir
ve melez gücü (hybrid vigor) olarak bilinen sağlıklı gen etkileşimi koşullarını yaratır. Öyleyse, genetik
bakımdan uzak eş bulmak yararlı bir davranıştır. Peki ama fareler
nasıl üstesinden gelir böyle
bir işin? Hele de büyük ölçüde körken? Yanıt: Burunlarıyla. Burunlarının
içindeki bir organ, belirli sinyalleri (alarm durumu,
yiyecek kokusu, cinsel
hazırlıklılık, örneğimizde ise genetik benzerlik ya da farklılık) havada taşıyan kimyasallar olan feromonları algılar.
Öyleyse insanlar da
feromonları farelerin algıladığı gibi algılayıp onlara farelerin verdiği
tepkileri mi verirler? Bunun yanıtını kimse bilmese de yakın geçmişte yapılan
bazı çalışmalar, insan burnunun iç yüzeyini döşeyen dokuda, farelerin
feromonlar aracılığıyla gerçekleştirdikleri haberleşmede rol oynayan reseptörlerin benzerlerinin bulunduğunu ortaya
koymuştur. Reseptörlerin işlevsel olup olmadığı kesinlik kazanmış değilse de
davranışa odaklı araştırmalar olumlu yönde ipuçları
vermektedir.
146. Toplumsal bağlılığın
aslında incelikli bir kimyasal sinyaller sistemine dayalı olduğunu görmek için
yüzeyi şöyle bir kazımak yeterlidir.
147. – 148.
Ebeveynlere bağlanma durumuyla ilintili bir başka örnek de eşe
sadakattir. Sağduyu bize tek eşliliğin ahlaki kişiliğe temellenmiş bir karar
olduğunu söyler, değil mi? Ama bu da bizi doğrudan “kişiliğin” ne olduğu
sorusuna götürür. Kişilik dediğimiz şey de bilinç radarlarının altında işleyen
mekanizmalarla yönlendirilen bir özellik olabilir mi?
Tarla faresini ele alalım.
Bu küçük yaratıklar sığ yeraltı geçitleri kazarak bütün yıl boyunca etkin
kalmanın yolunu bulurlar. Ama diğer birçok fare ve memeliden farklı olarak tek
eşli yaşar, ömür boyu süren eş bağları sayesinde birlikte yuva kurar,
birbirlerine sokulur, birbirlerini tımar eder ve bir ekip olarak yavrulara
bakarlar. Yakın kuzenleri sefahat âlemine dalmışken, bu hayvanlar neden böylesi
bir adanmışlıkla bağlanır eşlerine? Yanıtı yine hormonlarda aramak gerek.
Erkek tarla faresi belirli
bir dişiyle yinelemeli biçimde çiftleştiğinde, beyninde “vazopresin” adı
verilen bir hormon salgılanır. Vazopresinin beynin “accumbens çekirdeği” olarak
bilinen bölgesindeki reseptörlere bağlanması ise “o” dişiyle ilintilendirilen
bir haz duygusunun ortaya çıkmasını sağlar. Tek eşliliği kilit altına alan bu
süreç, çift bağlanması (pair-bonding) olarak bilinir. İlginçtir ki,
araştırmacılar genetik tekniklerle vazopresin düzeylerini yükselterek, çok eşli türleri tek eşli davranışlarına
yönlendirebilmektedirler. Peki vazopresin insan ilişkilerinde önem taşır mı?
2008’de İsveç’teki Karolinska
Enstitüsü’nden bir araştırma ekibi, uzun süreli
heteroseksüel ilişkiler kurmuş 552 erkekte
vazopresin reseptörünü kodlayan geni inceledi Bulgular,
RS3 334 adı verilen genin bir bölgesinin değişken sayılarla ortaya
çıkabildiğini gösteriyordu: Bir erkekte genin bu bölgesi hiç bulunmayabilir
veya tek ya da çift kopya halinde görülebilirdi. Kopya sayısı arttıkça, dolaşımdaki vazopresinin beyin üzerindeki etkileri de o ölçüde
azalıyordu. Sonuçların böylesine basit oluşu şaşırtıcıydı: Kopya sayısı,
erkeklerin çift bağlanması davranışlarıyla ilişkilendirilebilmekteydi. Daha
fazla sayıda RS3334 kopyası taşıyan
erkekler çeşitli bağlanma ölçeklerine (ilişkinin güçlülük derecesi, evlilikle
ilgili olarak algılanan sorunlar, eşlerin evliliğin niteliğine ilişkin
değerlendirmeleri) göre yapılan ölçümlerde daha düşük puanlar almışlardı. İki
kopya taşıyanların bekâr olma eğilimi daha fazlaydı; bunlar arasında evli
olanların ise evlilikle ilgili sorun yaşama olasılığı diğerlerine göre daha
yüksekti.
Tüm bunlar, yapılan
seçimlerin ve çevrenin bir önem taşımadığı anlamına gelmemeli; çünkü taşırlar.
Sonuçların asıl ima ettiği şey, dünyaya farklı yatkınlıklarla geldiğimiz
gerçeğidir. Bazı erkekler tek bir eşle yaşayıp ona bağlı kalmaya genetik
bakımdan yatkınken diğerleri böyle olmayabilir. Yakın gelecekte, bilimsel
literatürün sıkı takipçisi genç bayanlar, erkek arkadaşlarının sadık birer koca
olma olasılığını anlamak için onlardan genetik test yaptırmalarını isterlerse
şaşmamak gerekir.
149. Psikolog Helen
Fisher, tıpkı tilkiler gibi programlandığımız görüşündedir: Tilkiler üreme
mevsiminde eş bağı kurar, yavrular biraz olgunlaşana kadar birlikte kalır sonra
da yollarını ayırırlar. Neredeyse altmış ülkede boşanma olgusunu araştıran
Fisher, boşanma girişimlerinin, varsayımıyla tutarlı biçimde evliliğin yaklaşık dördüncü yılında zirveye ulaştığını fark
etmiştir. Araştırmacıya göre vücutta üretilen “aşk iksirleri”, erkek ile
kadını yavruların sağkalım olasılığını yükseltmeye yetecek kadar bir arada
tutmaya yarayan etkili mekanizmanın parçası olmaktan öte bir şey değildir. İki ebeveyn, sağkalım
açısından tek bir ebeveynden
daha avantajlıdır; bu güvenceyi sağlama almanın yolu ise, onları
bir arada kalmaya
ikna etmekten geçer.
Benzer biçimde, bebeklerin
kocaman gözleri ve yuvarlak yüzlerinin bize şirin görünmesinin nedeni, doğal
bir “şirinliğe” sahip olmaları değil, yetişkinlerin bebeklere bakmasının
taşıdığı evrimsel önemdir. Bebeklerini şirin bulmayan genetik soylar, yavrular
gerekli bakımı görmediği için zamanla ortadan kalkmıştır. Ama zihinsel umwelt’leri bebekleri şirin bulmamayı olanaksız
kılan, dolayısıyla da hayatta kalmayı başarmış olan bizler, bir sonraki kuşağı
meydana getirecek bebeklere
bakma ve onları yetiştirme başarısını gösterebiliyoruz.
150. “Beynim, hayatta
kalmam için gereken her şeyi yapıyor, dolayısıyla benim bütün bunları düşünmeme
bile gerek yok!” Evet, bunun harika bir haber
olduğu doğru. Haberin
beklenmedik yönü ise, bilinçli siz’in
beyninizdeki en önemsiz oyuncu olması. Genç bir kralın tahtı devralıp, ülkenin
ihtişamı için bütün övgüleri toplamasından farksızdır bu. Genç kral, işleri
yürüten milyonlarca işçinin farkında bile değildir.
173. Beyindeki duygu
sistemleri evrimsel bakımdan eski oldukları için birçok farklı türde ortaktır,
buna karşılık akılcı sistemin evrimsel geçmişi çok daha kısadır.
177. Akıl ve duygular
arasındaki dengesizliğin, dinin toplumlarda edindiği sağlam yeri açıklayabileceği
de öne sürülmüştür: Dünya dinleri, duygusal ağlardan yararlanma temelinde
optimize edildiğinden, akılla öne sürülen büyük argümanlar bile böylesine güçlü
bir manyetik çekim karşısında zayıf kalmaktadır.
185. Ayrık beyin
çalışmalarının öncülerinden olan (ve bu nedenle de Nobel Ödülü kazanan)
nörobiyologlardan Roger Sperry, beyni “bilinçli farkındalığın iki farklı
ülkesi; duyumsayan, algılayan, düşünen ve hatırlayan iki sistem” olarak
açıklamıştı. İki yarım,
birlikte bir rakipler
takımıydı: aynı hedefleri gözeten ama ona ulaşmak için birbirinden biraz farklı yöntemler benimseyen iki birim.
185.- 186. 1976’da Amerikalı psikolog Julian Jaynes M.Ö. ikinci binyılın
sonlarına kadar insanlarda iç
gözlemsel (introspective) bilinç bulunmadığı,
bunun yerine zihinlerinin özünde ikiye bölünmüş olduğu ve sol yarımkürenin de sağ
yarımkürenin emirlerini yerine getirdiği
varsayımında bulunmuştu. İşitsel sanrılar biçiminde ortaya
çıkan bu emirler,
araştırmacıya göre tanrıların sesleri olarak yorumlanmaktaydı. Jaynes’e
göre bundan üç bin
yıl kadar önce, sol ve sağ yarımküreler arasındaki bu iş bölümü yavaş yavaş bozulmaya
başlamıştı. Iç gözlem gibi bilişsel süreçlerin gelişmesi ise, ancak
yarımkürelerin birbiriyle daha düzgün bir iletişime geçmeye başlamasıyla mümkün
olabilmişti. Bilincin devreye girebilmesi, iki yarımkürenin masa başına
oturup birbirinin farklılıklarıyla
uzlaşabilmesinin bir sonucuydu. Jaynes’in kuramının yere ne ölçüde sağlam
bastığını henüz kimse bilmiyorsa da önerinin görmezden gelinemeyecek kadar ilginç
olduğu ortadadır.
Yarımküreler, anatomik
yönden birbirinin neredeyse aynı görünür. Kafatasının her iki yanına yaslanmış
ve aynı beyin yarımküresi modeline tabi, yalnızca dış dünyadan gelen verileri
birbirinden biraz farklı biçimlerde soğuran iki yarımküre ile
donatılmışsınızdır; özünde, iki kez üst üste basılmış bir şablon gibi. Bir
rakipler takımı için bundan daha uygunu olamaz. İki yarımın aynı temel planın
birer kopyası olduğu gerçeğinin kanıtlarından biri, “hemisferektomi” adı
verilen ve bir yarımkürenin olduğu gibi çıkarıldığı cerrahi işlemdir. (Bu
işlem, Rasmussen ensefaliti adı verilen nörolojik durumdan kaynaklanan inatçı
sara hastalığının tedavisi için uygulanır.) İlginçtir ki, cerrahi sekiz
yaşından küçük bir çocuğa uygulandığı sürece, çocuk iyileşir. Şimdi bir kez
daha tekrar edeyim: Çocuk, beyninin yalnızca yarısı kaldığı halde iyidir; yani
yer, okur, konuşur, matematik çalışır, arkadaş edinir, satranç oynar, anne
babasını sever ve iki yarımküreli bir çocuğun yapabileceği başka her şeyi
yapar. Ancak beynin herhangi bir
yarısının çıkarılması gibi bir durumun söz konusu olamayacağını da belirtelim.
Beynin ön ya da arka yarısı çıkarılan bir kişinin yaşamasını bekleyemezsiniz.
Ama sol ve sağ yarımlar, birbirinin birer kopyası gibidir. Birini alsanız
bile öbürü nasılsa
oradadır; üstelik işlevleri de
pek değişmemiş olarak. İki siyasi parti gibidir bu iki yarım. Cumhuriyetçiler
ya da Demokratlardan biri ortadan kaybolsa, diğeri yine de ülkeyi
yönetebilecektir. Evet, yaklaşım biraz farklı olacaktır belki ama işler
yine de yürüyecektir.
193. Nöral devrelerin
oluşturduğu kesintisiz ağlar, işlevlerini, birbirinden bağımsız olarak
keşfedilmiş çok sayıdaki stratejiden yararlanarak yerine getirir. Beyin
dünyanın karmaşıklığına gayet iyi uyum sağlar ama keskin sınırlı haritalarla o
kadar da iyi değildir arası.
198. 31 Aralık 1974’te Yüksek Mahkeme Yargıcı William O. Douglas sol tarafını felçli bırakan ve kendisini tekerlekli
sandalyeye mahkûm eden bir inme geçirdi.
Ancak Yargıç Douglas
iyi olduğu gerekçesiyle
hastaneden taburcu olmak istedi. Felciyle ilgili raporlar ona göre birer
“hikâye”den ibaretti. Muhabirler bu konudaki kuşkularını dile getirdiklerinde
ise, onları herkesin önünde kendisiyle birlikte bir doğa yürüyüşüne katılmaya
davet etmesi, çoğunluk tarafından gülünç olarak algılanmıştı. Yargıç, felçli
tarafıyla gol attığını bile savundu. Hayal ürünü olduğu su götürmeyen bu
iddialarının sonucunda Douglas, Yüksek Mahkeme yargıçlığından alındı.
Douglas’ın yaşadığı
deneyim, anozognozi olarak bilinir.
199. Anozognozi, sonradan
gelişen bir işlev bozulmasının hiçbir biçimde farkında olmama durumunu
betimler; en tipik örneklerinden birini de gözle görünür olduğu halde geçirdiği
felci bütünüyle inkâr eden hastalar oluşturur. Yargıç Douglas yalan söylemiyordu aslında çünkü beyni
onun gayet düzgün biçimde hareket edebildiğine gerçekten inanmıştı. Bu tür
kurgulamalar, tutarlı bir öykü oluşturmak için beynin sınırları ne ölçüde
zorlayabildiğini iyi gösterir.
210. – 211. Sır kavramını
ele alalım. Sırlarla ilgili olarak bilinen temel şeylerden biri, sır tutmanın beyne zarar verebildiği gerçeğidir. Psikolog
James Pennebaker ve meslektaşları, tecavüz ve ensest kurbanlarının ister utanç
ister suçluluk duygusuyla olsun, sırlarını kendilerine saklamayı tercih ettiklerinde olanları incelediler. Yıllar süren çalışmalardan sonra Pennebaker “olayı başkalarıyla tartışmamanın ya da
kimseyle paylaşmamanın, deneyimin kendisinden daha
zarar verici olabileceği” sonucuna varmıştı. Sırlarını itiraf
eden ya da yazan kişilerin sağlığı
iyiye gidiyor, doktor
ziyaretleri azalıyor ve stres hormonu
düzeyleri ölçülebilir bir
düşüş gösteriyordu.
212. Sırları yabancılara
ifşa etme, kökleri çok eskilere uzanan bir ihtiyaçtır.
…
Siz de mutlaka fark
etmişsinizdir ki, bir sırrı açık etmenin nedeni, genellikle yalnızca açık etmiş
olmaktır; yoksa, tavsiye istemek değil.
237. Davranış teknemizi
süren, kendimiz değiliz; en azından sandığımız ölçüde. Kim olduğumuz, bilinçli erişim yüzeyinin çok derinlerinde
belirlenmiştir. Ayrıntılar zamanda geriye, doğumumuzdan öncesine, spermle
yumurtanın birleştiği ana kadar gider. Bu birleşme bizi bazı özelliklerle
donatmış, diğerlerini dışlamıştır. Kim
olacağımız ise moleküler şablonlarımızla, yani asitlerden oluşan, gözle
görülemeyecek kadar küçük, bir dizi yabancı kodla başlar; üstelik de biz daha
sahneye bile çıkmadan. Bizler, aslında erişilmez mikroskopik tarihimizin birer
ürünüyüzdür.
Bu arada, bu tehlikeli gen
grubuna yeniden dönecek olursak, siz de olasılıkla adını duymuşsunuzdur. Topluca
“Y kromozomu” olarak
anılırlar. Ve eğer siz de bir taşıyıcıysanız, “erkek” olarak
isimlendirilirsiniz.
239. Adli sistem bizim
özgür iradeye sahip olduğumuz varsayımı üzerinden işler ve bizler de
algılandığı biçimiyle bu özgürlük temelinde yargılanırız.
247. Libet katılımcıların
hareket etme dürtüsünün farkına vardıkları anın, hareketin kendisine çeyrek
saniye kala olduğunu keşfetti. Ama asıl şaşırtıcı olan bu değildi. EEG
kayıtlarını (yani beyin dalgalarını) inceleyen araştırmacı, daha da ilginç bir
şey buldu: Katılımcıların beyinlerindeki etkinlik artışı, hareket etme isteğini
duymalarından önce ortaya çıkıyordu. Ve öyle çok kısa bir süre değil, bir
saniyeyi de aşan bir süre öncesinden başlıyordu bu artış. (Aşağıdaki şekle
bakınız.) Bir başka deyişle, kişi, hareket isteğini bilinçli biçimde duymadan
epeyce önce, bazı beyin parçaları karar vermeye
başlamış oluyordu bile. Bilinçle ilgili olarak yaptığımız gazete
benzetmesine dönersek, biz az önce parmağımızı kaldırmak gibi büyük bir karara
vardığımızın haberini bile almadan, beyinlerimiz sahne gerisinde tıkır tıkır
işlemeye, –nöronlar arası koalisyonlar kurmaya, eylemleri planlamaya, bu
eylemleri oylamaya sunmaya– çoktan başlamıştır.
255. – 256. Görüntüleme yöntemleri genellikle yüksek
düzeyde işlemlerden geçen ve beyin dokusunun onlarca milimetre küpünü kaplayan
kan akımı sinyallerinden yararlanır. Bir milimetre küplük beyin dokusunda, yüz
milyon kadar nöronlar arası sinaptik bağlantı vardır. Bu nedenle modern sinir
sistemi görüntüleme tekniklerinden yararlanmanın, uzay aracındaki bir astronota pencereden bakıp Amerika’nın ne
durumda olduğunu değerlendirmesini istemekle eşdeğer tutulabileceğini söylemek
yersiz olmayacaktır. günümüz nörobilimcisi de beyin sağlığı ile ilgili
ayrıntılı değerlendirme yapmasını sağlayacak çözünürlükte aygıtlara sahip
değildir. Ne mikrodevrelerin ayrıntıları ne de milisaniye ölçekli elektriksel
ve kimyasal sinyaller okyanusunda işleyen algoritmalarla ilgili bir şey söyleyebilecektir
size.
265. – 266. “Frontal
lobotomi”. Başlangıçta “lökotomi” adı verilen lobotomi ameliyatlarının mucidi,
beynin alın (frontal) loblarını bir neşterle devre dışı bırakarak suçlulara
yardım edilebileceği düşüncesiyle yola çıkan Egas Moniz idi. Prefrontal
korteksin (ön-alın korteksi) bağlantılarının kesilmesinden ibaret olan bu basit
sayılabilecek ameliyatın sonucu, önemli düzeyde kişilik değişimi ve olası
zihinsel gerilikti.
Ameliyatı bazı suçlular
üzerinde deneyen Moniz memnuniyetle fark etti ki, yöntem gerçekten de onları
sakinleştiriyordu. Hatta sakinleştirmekle kalmayıp kişiliklerini
tümüyle sıfırlıyordu da. Moniz’in takipçisi Walter Freeman ise, psikiyatrik hasta bakımını üstlenen
kuruluşların etkili tedavi yöntemlerinden yoksun olduğunu fark etmiş ve
lobotomiyi, büyük grupları tedaviden kurtarıp gündelik yaşamlarına
kavuşturmanın elverişli bir yolu olarak
görmüştü.
…
Moniz’e Nobel Ödülü kazandıran frontal lobotomi,
suçlu davranışlarının düzeltilmesinde artık doğru
bir yaklaşım olarak görülmemektedir.
İyi ama lobotomi suça
engel oluyorsa, neden uygulanmasın? Bu noktadaki etik sorun, bir devletin, vatandaşını ne ölçüde değiştirmesine izin vermek
gerektiğidir.
271. Prefrontal egzersiz
bilimi henüz çok erken dönemlerini yaşamakta olsa da, bu yaklaşımın doğru
modeli temsil edeceği konusunda umudumuz var: Hem biyoloji hem etik konusunda
sağlam temellere oturan yaklaşım, kişinin uzun dönemli karar verme konusunda
kendisine olumlu yönde yardım etmesine izin vermektedir. Bütün bilimsel
girişimlerde olduğu gibi, şimdiden göremeyeceğimiz birtakım nedenlerle
başarısızlığa uğrayabilir ama en azından gelmiş olduğumuz nokta, hapsetmenin
akla yakın tek çözüm olduğunu varsaymak yerine, yeni fikirler üretebileceğimiz
bir noktadır.
Rehabilitasyona yönelik
yeni yaklaşımları uygulamaya sokmada karşılaşılan güçlüklerden biri, toplum
tarafından kabul görmektir. Herkeste olmasa
bile pek çok kişide güçlü bir intikam güdüsü vardır:
Görmek istedikleri şey rehabilitasyon değil, cezadır.
273. İnsanlar eşit
doğmazlar. Ve bu değişkenlik, hep halı altına süpürülmesi evla bir konu olarak
görülse de, aslında evrimin motorudur. Evrim her nesille birlikte, mümkün olan
bütün boyutlarda üretebildiği kadar çeşit üretir; çevresel koşullara en uygun
olan ürünler de üreme hakkını kazanır. Bu yaklaşım, son bir milyar yıl boyunca
inanılmaz ölçüde başarılı olmuş ve “ilkel çorba” içinde kendi kendini çoğaltarak
yüzen moleküllerden yola çıkarak, roketlerle uzaya açılan insana kadar
ulaşabilmiştir.
275. Gelecekte cezayla
ilgili kararlarımızı beynin esnekliği (nöroplastisite) üzerine
temellendirebileceğimizi düşünüyorum. Bazı insanlar, klasik koşullamaya (ceza
ve ödül) daha iyi yanıt veren beyinlere sahipken diğerleri –psikoz, sosyopati,
alın loblarında gelişim bozukluğu ya da başka sorunlardan dolayı– değişime
direnç gösterir.
278. Etkili yasalar,
yalnızca insanların nasıl davranmasını istediğimizi değil, gerçekte nasıl davrandıklarını da açıklayan etkili davranışsal modeller gerektirir. Nörobilim,
ekonomi ve karar verme süreçleri arasındaki ilişkilerin derinlerine indikçe,
toplumsal politikaları da bulgularımızı daha etkili
biçimde güçlendirecek biçimde yapılandırabiliriz.
279. Sorumlu tutulabilirliğin yerini alması gereken sözcük ve kavram değiştirilebilirlik olmalıdır.
280. Nörobilim, bir
zamanlar yalnızca felsefeciler ve psikologların alanına giren soruları
(insanların kararlarını nasıl verdikleri ve bunda gerçek anlamıyla “özgür” olup
olmadıkları) yeni yeni kurcalamaya başlamış durumdadır. Bunlar başıboş sorular
değil, adli kuramın geleceğini ve biyolojiyi de hesaba katan
bir hukuk sistemi düşünü biçimlendirecek olan sorulardır.
287. Leslie Paul, Annihilation of Man (İnsanlığın Yok Oluşu) adlı kitabında
şöyle yazıyordu:
Bütün yaşam yok olacak,
bütün zihinler duracak ve her şey, sanki hiçbir
şey hiçbir zaman
olmamışçasına geriye dönecek.
Dürüst olmak gerekirse, evrimin uğruna yolculuk yaptığı hedef de budur;
çılgıncasına yaşayıp çılgıncasına ölmenin varıp varacağı “hayırlı” son. ...
Yaşam dediğimiz şey, karanlıkta yakılan ve hemen ardından sönen bir kibritten
farksızdır. Er veya geç ulaşılan sonuç ise ... onun anlamdan
tümüyle yoksun kalmasıdır
287. Dinbilimci E. L. Mascall’ın yazdığı
gibi:
Günümüzde uygar Batı
insanının sorunu, kendisini, evrende özel bir statüye sahip kılındığı konusunda
ikna etmekte yaşadığı güçlüktür. ... Zamanımızda bunca sıklıkla rastlanan ve
yine zamanımızın endişe verici özelliklerinden biri olan psikolojik
bozuklukların çoğunun izi, öyle sanıyorum ki bu
nedene dek sürülebilir.
292.
K E N D İ N İ B İ L M E K
“Bil öyleyse
kendini ve bırakma
işini Tanrı’ya. İnsansa üzerinde çalışacağın, bakacağın da
yine insandır, unutma.”
–Alexander Pope
Fransız deneme yazarı
Michel de Montaigne otuz sekizinci yaş günü olan 28 Şubat 1571’de, hayatında
kökten bir değişime gitme kararı aldı. Toplumsal hayattan elini eteğini çekti,
büyük malikânesinin arkasındaki kuleye bin kitaplık bir kütüphane kurdu ve
yaşamının geri kalanını onu en çok ilgilendiren karmaşık, uçucu ve çok yönlü
konu hakkında denemeler yazarak geçirdi. Bu konu, kendisi idi. Vardığı ilk sonuç, insanın kendini bilme arayışının
abesle iştigalden öte bir şey olmadığıydı; çünkü sürekli değişim geçiren
özbenlik, tanımın önüne geçmeye mahkûmdu. Ama bu, onu yine de aramaktan
alıkoyamadı. Sorduğu soru ise yüzyıllar boyunca kulaklarda çınladı: Que sais- je? (Ne biliyorum?)
293. Meslektaşım Read
Montague bir keresinde bizi kendimizden koruyan algoritmalara sahip
olabileceğimiz düşüncesini dile getirmişti. Bilgisayarlar, işletim sistemince
erişilmez olan önyükleme kesimine (boot sector) sahiptir. Önyükleme kesimi,
bilgisayarın çalışması için, üst düzeyde başka sistemlerin, erişebilecekleri iç
yollar bulmalarına izin verilemeyecek ölçüde önemlidir. Montague, kendimiz
üzerinde ne zaman çok fazla düşünsek, bir anda “boşluğa
düşme” eğilimine girdiğimizi söylemişti. Bunun nedeni, belki de
önyükleme kesimine fazla yaklaşmamızdı. Ralph Waldo Emerson ise bir yüzyılı
aşkın süre önce şöyle yazmıştı: “Her şey, kendimize ulaştığımız yolu keser.
317.Nöronlar ve
içerdikleri kimyasalların fiziğini tümüyle ortaya çıkarmamız, zihni aydınlığa
kavuşturacak mıdır? Büyük olasılıkla kavuşturmayacaktır. Beynin fiziğin
kurallarını çiğnemiyor olması, ayrıntılı biyokimyasal etkileşimleri açıklayan
denklemlerin bize doğru açıklama düzeyini sağlayacağı anlamına gelmez.
324. Arthur C. Clarke,
yeterince ilerlemiş durumdaki bir teknolojinin sihirden farkı olmadığını ara
ara hatırlatmaktan hoşlanırdı. Bundan hareketle, ben de kendi merkezimizin
tahtından inmenin üzücü olduğunu düşünmüyor
ve bunu bir tür sihir olarak görüyorum. Kitap
boyunca, kendimiz olarak
nitelendirdiğimiz biyolojik sıvı torbasının içindeki her şeyin şimdiden
sezgilerimizin çok ötesinde kaldığını, böylesine geniş kapsamlı etkileşimlerin
düşünme kapasitemizi, hatta “bizim ötemizde
bir şey” olduğu
yolundaki iç gözlemimizi bile fazlasıyla
aştığını gördük.
325. Beyin, kendimize yabancı hissettiğimiz, tuhaf bir
organ olsa da, ayrıntılı devre örüntüleri içsel yaşantımızın manzarasına biçim
verebiliyor. Ne inanılmaz, ne şaşırtıcı bir şaheserdir beyin.